duruyorum...bir kanadı parçalayan bir okun gölgesi gözlerimin önünden geçiyor,bir acı duyuyorum,bir çığlık,kendimi seyrediyorum sanki bir gelecekteyim,yazı yazan şu halimi şu odayı gördükçe kendime hiç yakıştıramıyorum ,kelimeler çok hızlı o kadar hızlı dökülüyor ki duyduğum seslerin ötesine geçtiler bile,kaybetmemeye çalışan bir özendeyim ,bilinçli,bir çizgi çizmelisin aslen diyor kurşunkalemim,net ve tek bir çizgi,temiz oysa,bir renk açılıyor gökkuşağına,bir kumru kanat çırpıyor ,bir pelerin savruluşunda çağlıyor atların nal sesleri...bir resim buldum ayaklarımın hemen ucunda,bir kutunun içinde yanında bir kaç parça bez birde oyuncak ile...tanımadığım bilmediğim kadınların seslerine benzetiyormuş beni annem akşamları ,bir görüntüye takılıp gidiyorum aklımın kuytuluklarında...bakışlarım yabancı, bilmediğim bir dil dilime yapıştı çıkaramıyorum...bir meydan! ortasında bir heykel başkaldırıyor gökyüzüne,ihtişamlı kelimeler dökülüyor ellerime ama ben bu değilim...biliyorum...bir müzik evet bir melodiye açım biliyorum çok uzun zaman oldu duymayalı görmeyeli unutmayı unuttum oysaki ...bir nota allahım...kaçkın bir kurabiye kokusu yan kafeden burnuma doğru tütüyor, dumanı tüten bir çay rengi görmesemde görmek istiyorum şimdi,koltuğun iskeleti gıcırdıyor umursamıyorum, ayaklarıda sallanmaya başladı bu sakallı adamların çığlık atıp kaçmak mı gerek, niyeyse korkmuyorum...23.35 ti saat lunaparktı burası öyle söylüyordu bir el...duruyorum...çanlar çalıyor,meydana indiriliyor bir kent,ortaçağ kenti bu kent,bir hayli ürkek...kaçmalıyım ama duruyorum...durmanın tamda orta yerinde...başka anların peşine takılıp fazla zaman aralıkları topluyorum,bir çizgi film setinde olmalıyım ,bunca renk yok biliyorum diğer filmlerde ,bu balonlar bu gökyüzünün rengi bile yok,bir karakter geliyor yanıma avuç dolusu gülüşle ,tamda sen eksiktin diyen bir düşünce balonundayken ben,adım polyanna diyor gülüyorum peşinden daha çok gülüyorum hani beni seyretmeyi hep severdin diyor,iyimserliğe verecek biletim kalmadı diyorum bu sefer,o gülüyor çok şirin ve şeker gülüyor, gülmesi ...gülerken yanakları kızarıyor gözlerinin etrafında sihirli kocaman baloncuklar doluşuyor gökyüzüne,saçları havalanmıyorda sanki dalgalanıyor...bende gülüyorum,seviniyorum nihayetinde,içime işliyor yine...bir şeyin var bende diyor ,iyimserlik denilen belasını bırakıyor ellerime aniden ve koşup filmine gidiyor dur düşme diye bağırırken ben sakarlıktan sakınmam lazım kendimi diye düşünüyorum...düşürmemeliyim zira bu beni ellerimden...sabah kırdığım bardak gibi çöpe atmak hiç işime gelmez ,biliyorum...bir tablonun karşısındayım dev gibi bir tabloya dayalı bir merdivenin basamaklarını çıkarken düşünüyorum bu ressamın heybetini...boyu benim 3 katım olmalı en az,sonra elleri böyle kocaman ,peki ya hayalleri bu tabloya sığdıracak kadar dolu hayallerinin olması ürkütücü,gözlerimi küstürüyorum bir korkaklık peydahlanıyor alnımın tam orta yerinde,gerisin geri basamakalrı iniyorum,bir tahta çıt ediyor...ayakkabılarımın bağcıklarını gevşettim bileklerim şimdi daha rahat,bir şişeyi boyuyorum birkaç bakış yapıştırıyorum sonra üstüne nedensiz,insan ait olsun istiyorum herhalde yoksa bu durum düpedüz saçmalık…saçma! diye bağırıyorum bir kadına akabinde,saçma bu yaptığın çok saçma…kavga istemiyorum bu öğlende,anlaşmam lazım biliyorum önce kendimle…arkadaşımın beni kollayan koruyan sesini duyuyorum,yaklaşıyor ,yaklaşıyor.köşeyi dönüp oturuyoruz sokağın kaldırım örtüsünde…sürekli kapılar açılıyordu gün çerçeveli,her bir kapının ardı ayrı bir kelime ayrı bir anlam,bunumu sevmiştik bilmiyordum ama ardı sıra sıralı sırasız geçiyorduk kimi zama yan yana geliyor ve aynı anda kapıdan geçmeye çalışan küçük çocukalrın inatçılığında itişiyorduk ,omuzlarımızı dışarıda bırakıp içeri giriyorduk...kimi zaman bir ağlama bahçesinde oluyorduk suskun,kimi zaman gülme bahçesinde çok sesli...ama hep bir devinim kendi hızında hep bir koşturmaca kendi içinden hep bir çoğalım hep bir anlam hep bir bir bir...her neyseydi işte hep bir...konuşuyoruz sırasız,ısrarsız beni koruyan sevisinde…duvarları mor renkli odasını hatırlatıyor bana,gittiğimiz levent barlarının açık havasını,resmimin asılı olduğu duvarı hatırlıyorum bende izinsiz…yazı yazmak istiyorum resmime silik sesimle...boylu boyunca uzandığım bir yataktan doğruluyorum aniden,düşünüyorum oturduğum yerde hayatın yüzüne bakarak…düşünüyorum... uzaklarda bir yerlerde solveıg çalıyor bir hayli soft...anlayamıyordum bir kelime bir adamla birlikte resmin içinden aniden çıkmış müzik kutusunun üstünde peydahlanmıştı...sevgiyi bilmeden küstahça oyun oynadığını söylüyordu, seviden korkmadan,bir oyunduysa bu,söylenmeliydi, uğruna feda ettiklerimi vazgeçtiklerimi ve benden gidenleri düşündükçe- ya o gece ,o an!-sevgiyi bilmeden konuşanların konuşma hakkı elinden alınmalıydı,yasaklanmalıydı bilmediklerine...konuşmamalıydılar...bildikleri uyarınca bildiği gibi davranmalıydılar...keyfine göre, oysa bana bakıyor beni bekliyor gibi bir hali vardı,davranışlarımı saklamış bir başınalığımla keyif çatıyordum kendi hudutumu çizmiş bayrağı çekilmiş adımlarım vardı artık hayata...iki ileri gelene karşı dur ihtarı en sert tonuydu sesin...bir günüm vardı bu tek gün içinde çoğalan biliyordum ve hayatla işte bu yüzden oyun oynamıyordum,bir memur gibi ciddiydim...iyileşmişti...artık gidebilirdi...gitmeliydi...farklı notalardan ses veriyorduk hayata,çok farklıydık,çok...anlaşılamadığımı anladığım o günden sonra ısrarı kesmiştim, kabullenişteydim oysa...yılları kovalamıyordum...an ların içinden çoğalan bir an'ı paylaşamak için buluştuğum bir günde arkadaşımla bir karıncanın klavyenin üzerindeki dansına şahit oldum parmaklarımla onu ezmemek için verdiğim mücadeleden zaferle çıktı ve en çok onun için ben sevindim peki ama duygularım neredeydi...ödünç verdiğimi hatırlamıyorum yada üzerimden çıkarıp bir yere astığımı ama duygularımı arıyordum hislerimi kalbimin içinde bir şeyler arıyordum,bir şeyler...bir yankı bir hız ve bir kanadı parçalayan okun gölgesi yine gözlerimin önünden geçti,bir acı duyuyorum bir çığlık şimdi anlıyorum diyorum seven bir kadının haykırışı bu onun sevgisini lime lime eden adama karşı yaktığı ağıt kendi kendiyle...omuzlarına dokunduğum kadın susuyor sanki kendine ait bir şeyleri bende de görmüş olmanın sevinci doluyor gözlerine,buruk bir gülümseyiş benimkisi ,odama dönüyor yazıya oturuyordum...uyuyakaldığım bir koltuğun önünde duran bir adam gölgesi uyandırmıştı değil ürkmüştüm bir anda...sabah gelmişti şehrin üstüne,güzeldi,tazelik...bugünün içine konuşurken hep dündeymişim gibi bahsediyordum,olmayan bir yarına prim vermiyordum.gerçek neydi diye üşüşen sorular, yaşanan diyip kaçıyordum.biliyordum bugünün içinden geçiyordu dün ve bu günümü biliyordum...bugün düne ait olacak bir gündü...bugün/dü...sevmelimiydim bilmiyordum, bugünü yarın mı hissedecektim!bugünü bu anı şimdimi yarın hissetmek ,oturup düşünecekmiydim oluyordu bu dünü yarında...korkutucu dedi bir ses, hamle sırası benim dedi ama fazla düşündün, sıran geçti yapacaklarımın teminatı bunlar işte dedi bir deste çiçek bıraktı satranç tahtasına...pişmanlığa geçtiğinde ancak kuruyacak bu çiçekler unutma dedi,kendi suyunu yok edecek kendi yapraklarını döküp kendine küsecek olanlar kadar kırılgan...çok güzel bakan bir çift gözün takibi bunlar,hadi bakışlarımın gölgesine dönme vakti dedi cüretkar...itiraz eder baktım ona bir mücadele peydahlandı ellerimde, teslim almaya gelen bir asker gibi bana ait olanları tehdit etmesi benim kendime aitliğimi tehdit etmesi,ben hep kendime aittim ama,ben hep kendime ait,ait...bazı anlardaki yansımaları korunması kollanması gereken küçük bir çocuk gibi geliyordu bana oturduğum bu yerden,sevilmesi gereken sevilesi bir varlık,onun için bu gerekliymiş gibi...gökteki bulutu en son teğet geçen martının beyazlığını izlerken aklıma düşüyordu en çok...anne misali bir sızlama peşimden koşturuyordu da bana biçilmiş rollere hapsolmaktan nefret ediyordum...sınırlandırmalardan mecburiyetlerden koşullardan oldum olası sıkılırım değil kaçardım hep...bağlanmaktan bende korkuyordum...evet korkuyordum ben hep özgürdüm belki ilkel belki yabani ama özgürlüğüme düşkündüm diye düşünürken iç sesimle bir avlunun başımı döndüren boşluğu üzerime açıldı...ucunda pembe bir renk...birde gökyüzüne takılı bir bayrak...bir rüzgargülünün dalında olduğunu anladığımda elimde in the mood for love çalıyordu...ne güzel bir filmdin sen dememle gökyüzü perdesi açılmış ve kadınla adam o merdivenlerden geçip bana doğru yürüyorlardı yoksa benmi merdivenleri çıkıyordum bu keman bu merdivenler burası...burasıydı orası...bir sıkıntının soğukluğundan kaçıyordum keyfisizlik dalgaları sahile vuruyordu, bakmak istemiyordum ...sıkılıyordum içten içe bir şey kalbimi buruyor buruyor buruyordu...suratıma yerleşen bu gülüşsüzlüğü bir an önce yok etmeliydim peki ama nasıl...elim şakaklarımda düşünce balonları oluşuyordu hep kafamda...tek bir yazının içinden çoklu anlar üretme sevdamda yormuştu beni...yorulmuştum...ankesörlü bir telefon kablosunda yürüyen bir dondurmacı arabasıyla karşılaştığım o gün buna değilde ona nasıl kenara çekilip yol verdim en çok buna şaşırdım,o benim ardımda ben onun sırtında ayrı yollara yönelmiştik çoktan yinede, yağmurda ıslanan parmaklarımı nasıl kurutacaktım peki ...kullandığım damlalar boğazımı yakıyor genzimi acıtıyordu da kararan havanın üstüne çöken omuzlarımı ve kambur durmakta ısrar eden beni dik durdurmam gerekiyordu...bir kahve fincanın içine üfleyince o kahverengilikte peydahlanmıştı bu çizgiler,dünyanın en güzel şeyini dünyada en insana ait olanına olan küskünlüğüm...tersten bakıyordum fallara ,düşüncemi üflüyordum kelimeleriyle çoğunluklada çziiliyordu gözlerimin önünde kelimelerim telvenin kıvrımlarında yine...yoktu öyle inançlarım tuttuğum dileklere göre içten dışa yok dıştan içe kapat edaları...neyseki akrep burcundan menkul yay burcuna taşan taşmakla kalmayan bu astrolojik kimliğimden bilmem sanırım memnundum inanmazdım ammavelakin memnundum,nasıldı yani...neyseki az evvelin karanlığı kalkmış kambur dursamda bir nebze gözlerim aydınlanmıştı bu güne bu gün ...hem birazdan ıslanmayacaktım yaşasındı ama kendimden bıkkındım bir çok şey dahilide sıkkındım hala...asrtologlara bırakmalıydım kesip biçsinler yen ibir ruh ile yeniden yaratsınlar diye beni...bugün olmuştu yine hava çok soğuktu ama içim dahada...su kanallarından yürüyordum,ayakkabımın topuklarına karışan kaldırımlardan nefret ediyordum,kmnd merdivenlerinden hızlıca çıkan bir köpeğin ardından koşmuş ve boncuğa ulaşmıştım tüm güzelliğiyle...kaybetmiştim onu, çokda özlemiştimde...ona yumuk yumuk sarılmak onun güzelliği ve iyi huyluluğunu görmek bir nebzede olsa beni bana getirmişti...gökyüzüne açılan bir balonun ipine dolanmış seyre çıkmıştık çatıları...aniden bugünde bitti, sanki dündü ama bugündü biten...bir ispanyol meşe fıçısından fermante edilmiş bir kadeh şarap içememişken daha henüz bugün bitmişti, kalmamıştı şarap vaktine zaman, dündeydi...ve o bir cümleye artık kesin olarak inanıyordum sanırım, itiraz edecek gücüm yoktu artık kendi içimde kendime dahi o cümleye kabul etmiştim yine...garson bir bardak çay getirmişti dumanı olmayan...elim yüzümde öylece bakıp düşünüyordum bir siyaha, benim bu halimi gören o yada bir başkası ne düşünüyordu umursamıyordum, bilmekte istemiyordum ,hele algılamak, beni algılayamayana karşı,zamanda elim yüzümde saatlerce bakıp düşünüyordum düşünüyor ve düşünüyordum...travmamıydı bu...bir travma...bir hiç bir şeyi her şey gibi yaşayan benin yaşadığı...iki kumru ve bir kaç serçe buldukları bir kaldırım çöküntüsündeki suda şirin mi şirin yıkanıyorlardı,çok iyi gelmişti onların bu hallerini görmek hiç kimsenin umrunda olmasada benim için çok güzeldi bu görüntüleri...çok güzellerdi çok sevinçli çok şirin...bu sevinçlerinde gördüğüm umut mu dedim kendime ,neyin umudu...neyin...ekşi bir gülüş yerleşti yüzüme...yanlış anlaşmayalım dedim kendime ,sitemkar değilim şükrederim yinede hayata...anlaştık benimle en azından bu konuda ...nihayet güneş açmıştı ,ellerinde de...güzeldi...çok güzeldi ama benim üzerimde hem bir varlık hem de bir yokluk emanetti...pazar gazetelerinin tek kişilk okuma seanslarında birinde gibi hissetmiştim yine, günlerden pazardı ve kahvaltı ediyordum hangi gazeteyi okuyaacağıma yine ben karar veriyordum dur durduran bağıran çağıran karışan yine yoktu...yine...uzaktaydı bir şeyler...yine uzak kelimesi vardı hayatımda...oysa bugün onun istediği gün olsaydı...durdurduğum bir gözyaşının önünden beklemedeydim yine...bir renğe hapsolmuş gözlerimin gördüğü kitlenmişti bir kartın resmedilmiş yüzüne...bir filmin şeritinden atlamaya çalışırken diğer bir şerite sakarlığıma dolannıştım yine, usulca dizlerimi kırıp önüme düşecek damlaları beklerken değişsindi artık bir şeyler,bir şeylerin rengi sesi...yaşayacak günümüz mü yoktu yaşanacak günümüz mü diye durdurduğum bir kızın gözlerinde dönüyordu en sevdiğim sesi...elimi attığım çantamın içinden çıkmıştı sihirliyim ben diyen bir küre,ne dilersen dile...sloganımız sevmekti, dileğimiz bizdi...gerisi topyekün hiçlikti...güneşin içine yuvarlandı bir ağlama oradan en sevdiği yazıya,baktı durdu dakikalar boyu gördüğü en güzel el e, sinsi bir renk kaplamaya çalıştı içini dışını elini yüzünü tutmadı ama o siyah bir tek kalbin üstünü...sevgi doluydu içinde sevi,aşk,bir ad, ard arda kendini fırlattı öfkeyle kalbe yinede siyah...sahile vuran dalgaların köpüğü olunca rengi usulca geri çekildi...seviyordu kız bir adamı hemde çok,sevecekti de daima biliyordu çopçok,siyah bunu anlayıp saygıyla rengini geri çekti...dünya şu anda çok büyük işlerle uğraşıyordur herhalde bunca yığın insan içinde bana zamanı yoktur diye düşünürken bu zamanın içinde, şu karşıda cam ardından bakan kadına bakarkende aniden işte duyusal zekamın içinde patlamalar oldu sonucu mantık adına...duyusal bölünmeler mantık denilen bir ürünü tezgahlara koyuyor ardından el değmeden paketleniyordu ama ben bu fabrikasyon üretime dahi tahammül edemiyordum...bir günüm vardı işte bu tek günüm, bugünde...tüm çabam tüm gayretimle...bir paragrafın üzerinden uzandığım bir gökuşağında çalıyordu bir şarkı...gözlerim buğulu...bir bıkkınlığın müjdecisi adımlara dolanmaya çalışıyordu bir şarkı ve şarkıcısı...silkelediğim üstüm başım yine bana bulanmıştıda ellerimde hala beyazın lekesi vardı,yıkamalıydım diye gittiğim bir su başında rastlaştık küçük devle...ne dilersen dile demesini fırsat bile sunmadan ardımı ona bıraktım bakması için,inanmadığım dilekleri toplamak mı asla demiştim,büyük söz,gücenmeseydi keşke ama sihriyle vurduğu ardımı hala toparlayamıyorum bilmesede,oysa sihrin açtığı boşluğu doldurmaya çalışan renkler şimdi iki elleri yanlarında hazır ol pozisyonunda karşımda benim için deli olduklarını söylüyorlardı,benim için deli olan bana tapan bir rengi seçmeli ve üstümü ona bulamaya karar vermişken umarsızlığım koluma girdi, gel dedi burada bir sergi var birlikte gezmeliyiz...olur dememe ramak kalmamıştı ama çok hızlı adımların sürükleyişinde süreklenen adımlar artık nefes nefese kalmıştı ,kocaman bir merdiven gölgesini gördüğümüzde birbirimize göz kırpıp eller cepte ikişerli çıktık rıhtları nefessiz...kendimle berabereydim yine skorda...jazz dinliyor ve sadece uğruyordum durmaksızın gölgelerin renksizliğine karanlıklarında,otursana demelerine fırsat vermeden kendime bir çanta aldım fıstık yeşili...bayram sabahlarının kimsesizliğindeydi bugün...ekşi mi ekşi,buruk mu buruk...günaydın diyemeden kendimi bulduğum bir kafede tatsız bakıyordum masaya olabildiğimce...gündüz düşlerim vardı sahibi belli bir kaçkın biraz asi bir parça umarsız,ilk bakışta sırtında umarsızlığının en koyuluğu görünen yüzündeyken tek renk,içinde ise isyanların rengarenk haykırışları...sevsen ne çare sevmesen ne çare gibi saçma cümlelerim dökülüyordu asmalıya,oradan ellerime oradan benliğime oradan her yere...yaşanamayanlara tutunup kalmışlardı onun söylediği sözde o gezegenin gölgesinde...inanmam ki ben gezegenlere inanmam, geceleri güler gündüzleri ağlarım görünmeyen bu hallerine...inanmam ben gezegenlere ,inanmam ben,tekrarlıyorum inanmam ben...inanmasaydı keşke...ama hep keşke...nefret ediyordum bu anlamsız kelimeden hayatıma kattığı anlamdan...keşkeden nefret ediyordum...bir şeyler akıyordu yol boyu acıtarak,yüzümde bir ıslaklık vardı tanıdık,sesi çıkıyordu ama biri gelince susuyordu,içimde bir haykırış içimden bana bağırıyordu, sesim dışarı çıkamıyordu,şehir karanlığa gömülmüştü,bugün bayramdı,diğer oda kalabalıktı,bir kadın sürekli konuşuyordu,sürekli...ağlıyordum en sevdiğim halleriyle tanıdık yine...ne yapardı ne içerdi ne solurdu bilmiyordum...öyle istiyordu...bense ağlamak istemiyordum,artık dayanamıyordum ruhum bedenimide ele geçirmiş onu artık hırpalıyordu,canım acıyordu...sesini duyduğum her anda gün ışığı oluyordu ama gerçek şu ki ihanetteydi aslında kelimede,nedensiz hissediyordum,nedensiz...çok uzun zaman olmuştu gülerken onu görmeyeli...karşılaştığımda ağlıyordum ama rengi değişti o anda...minnet duymuştum on güldürene,minnettardım yılları sırtında taşımış olan bu insanın varlığına ona verdiği bu mutluluğa ve huzura...gülmek ona yakışıyordu şairlerin var ettiği o mısralarda,oradan da yüzüme vuruyordu şavkı yadınlatıyordu rengimi...bir şarkı yankılandı bir gülüş önünde, bir söz bir şiire takıldı ,bir umut uyandı uyanışa ve sevgi dirildi derinliklerden karanlıkları yırtıp gun ışığına kavuştu...filizlendi...renklendi..yaprağında minicik bir uğurböceğiyle...yukarı bakıyordum upuzun bir gövde vardı yeşil yapraklı, hatırımda saklı birde sesli bakış...derin düşüncelerin etekleriydi ilk aşılması gereken,düşünce dalgalarıyla yıkanmadan...keskin ve kıvrak bir keman sesinin doldurduğu havanın içinde açılan bu boşluğu, tutuyordum şimdi...ellerim şakaklarımda ıslak yolların izi dizlerim ve başıma musallat olan bu keskin ağrının acısı bir yana okuyamadığım bir kitap zihinimde yankılanıyordu ani bir çigan müziği nağmeleriyle,neredeydi ki tefleriyle çeri başı,rengarenk giyinmeli hazırlanmalı...tüm bu alışıksızlığa karşın yinede herşey aynıydı...ve bir konser kaçırmıştım gönüllü ,pişman değildim...ekim dolmuştu ellerimiz ,bir kayıtsızlık değil ama bir küskünlükteydik onunla ben,büyüttüğümüz şeyi yitirmedeydik şimdi...ben boğuluyordum,konuşamıyordum ,dilime gelen kelimeler gerisin geri içime akıyor ve içimde çok şiddetli bir şekilde artık patlıyordu,yine aynı noktadaydım kendimi yaralıyor ve kendimi incitiyordum haykırışımda banaydı öfkemde,en fenası onun ne yaptığınıda bilmiyorum,nasıl olduğunu...hiç bir anda bilememiştim ki, adı aşk olanda yani...hep böyle mi oluyor doğrusu bu mu diye üşüşen soruları kışkışlamakla geçmişti onca zaman...şimdi ise ,şimdi, kazanılan bir takım değerler bir bozuk para gibi harcanıyordu,bunun acısını tariflemek mümkün bile değildi...imkansızlık olgusuna kilitli bir insanı açacak anahtarlar yeryüzünde hiç kimsede yok tu ki...bunu artık biliyordum,aşk a rağmen,sevgiye rağmen,vefaya rağmen...bir buz denizinin üzerinde oturmak,ayaklarımı aşağı sulara salıp bir kaç çırpıp sonrasında aşağıdan geçen balıkların ürkekliğini izlemek istiyordum...nedenli...belkide beynimi ele geçiren bu düşünce taburlarına böylece geçit verebilirdim...sahi o neredeydi! bir ses dinliyordum saatlerce,bir ses dinliyordum ve bu halimden korkuyordum...o bana sahip çıkmazken ben niye bir yokluğa varlıkmışcasına sahip çıkıyordum ki...yoktu ama yokluktu,bir yokluktaydı,o gecenin içinde dizime vuran elin dediği gibi yanımda yoktu...kendi düşünce dalgalarımda boğulurken ben, uzaklardan beni izleyen tanımadık bir adam gelmişti, o gecenin koyuluğunda o müziğin gürültüsünde eliyle dizime vuraraktan,gelip bana 'ne o sevg..........' demişti...ve sihirli cümlelerini söyleyip allahın bi elçisi misali geldiği gibi gitmişti...bir sürü insan bir sürür şey söylüyordu ama bu adam hiç unutemadğım oldu yinede...bir erkek, tanımadık bir erkek, üstelik beni anlamıştı,görmüştü içimden dışarı akan sessiz acıyı, o senede bana çıkış yolunu sunmuştu...ve ben dinlememiştim...yokluğu hala sahiplenmiştim...bir yokluğu...şimdimde ise çıldırmamak için yazı yazıyordum...zamanın ansızlığında beynimi kaplayan sorulara verecek yanıtım kalmamıştı çünkü...kimelrin bana ait bu satırları okuduğunuda umursamıyordum...gerçeğe esas sahipleri sahip çıkmazken nafileydi benim için sağı solu...evet ayaklarımı oturduğum bu yerden korkmadan suyun içine sallandırmalıydım,korkmadan vede ayakkabılarımı çıkarmadan üstelik...ne olabilirdi ki en fenası grip en kötünün fenası tüberküloz...ikiside öldürmezdi netekim süründürürdü...ellerim buzun yüzeyine yapışıyordu ve onları çekmek bu hallerinde yinede hoşuma gidiyordu...bilmediğim insanlar bilmediğim şekillerde konuşuyorlardı sanki o da konuşuyordu tanımadık adlar ama,tanımadık bilmedik üsluplar...ben ise kaygılı gözlerle sessizce izliyordum ,bir adam tırmandığı ağaçtan iniyor bir flüt son notasından ses veriyordu,turnikeyi geçmiş yürüyen merdivenlerden durmaksızın aşağı inmiştim peki ama nereye gidiyordum ki...ağlamanın yada ağlarken saklanmanın türlü türlü yöntemini bulmuştum tek heceli...ama en çok canımı acıtanı ise dudaklarımı ısırıp derin bir nefes alıp kirpiklerimin ucundaki damlaya yalvarıp geri çekilmesini sağlamak için tüm benliğimi kaskatı sıktığım ve boğazıma bir külçe gibi gelip oturan o yumruğa teslim olduğum andı...dayanılmazdı...anlatılamazdı...paylaşılamazdı...görmesemde suratımı şimdimde yayılan bir ekşilikle yazdığımı bakışlarımdan anlıyordum ne çareki...umut...bir umut doğacak mıydı proust...söylediğin gibi miydi hayat sahi...hayat söylediğin gibimiydi var mıydı mucizeler...var mıydı...uzaklarda bir şeyler oluyordu,anlayamadığım,algılayamadığım...yürürken yolda başım dönüyordu,neler olduğunu algılamaya çalıştıkça baş dönmem dahada artıyordu,tansiyonum yine düşmüştü ve ayakta durmaya bir şey olmamış gibi davranmaya çalışıyordum ,doktoru vs si umrumda bile değildi her zamanki gibi...mucizelerle birlikte uzaklarda uzaklaşıyordu artık,uzaklar bana hiç yakın olamamıştı ki zaten,uzak hep uzaktı...82 yaşının sesiyle doğrulan bir adam dün akşamda elleriyle fiyonklar çiziyor kurdelalar düğümlüyordu oysa havaya,mimar haliyle...too much is not enough diye yankılanıyordu kopya bir cümle hafızamda...bir kelime modernist bir başkaldırıştaydı o halde hayatımda,bulanıklık...postmodern seyreyleyenlerin ise önünde saygıyla eğiliyordum hayatı,ben buydum ama postmodernce değil ...gündüzün içinde düşleri olan bir düş kaçkını...konser biletleri almıştım,bu defa kendimi kaçırmayacaktım dememle, başladı ilk nota salonda...mırıldandım üzerine şiir haliyle 3 kelimede...oturduğum koltuğun omuzbaşına yaslandım...ne yaşamıştım...uzun uzun baktım başlıklara...nasılsa biliyordum içindekileri...tekrarladım ilk kelimelerini ,son kelimede yakalandım kendime her zamanki gibi yine...pembe bir balon olsaydı istedi şimdi gökyüzü içinde tek kişilik bir yolcusuyla kaçıp gitsem bu karanlıklardan, kaçıp gitsem içimdeki bu karartılardan...iyileşecek miydim doktor tekrardan düş görebilecek miydim diye uyandığım bir yatak oldu yine gündüz düşlerimde...artık düş göremiyordum ,gündüz düşleri ise hiç...hepsini bir karanlık almıştı,hepsini ama...az makyaj yaptım yine çıkıp dolaşacaktım kendimle, belki küçük devle karşılaşır sihirli çubuğunu kırardım bir öfkeyle, biz insanları boş hayallerle kandırma artık diye...sonra onu koyup bir poşete kımıldar haliyle bırakırdım belki bir çöp arabasının yanına...hayallerim,umutlarım neredeydi benim,ne biçim düşüncelerdi bunlar...umutlarım...yürümeliyim...öyesine yaşıyordum bugünü...bitsede gitsem modunda...öylesine...en çok sevdiğim resmim yanımda bir kaç bayat biskuvi ile birlikte boşluklardan atlıyordum...ellerimle sürekli saçlarımı geriye doğru itiyor itiraz edeni mahkum ediyordum tele...hiç bir şeyi anlamaya çalışmıyordum artık...anlayamayacağımı hazırda biliyorken...yazılar yazıyor siliyor,bakıyor,kızıyor,öfkeleniyor ama gülemiyordum...bir arabanın içinde savoyeyi gezmek istedim bir anda...gidebilmeliydim...gitmeliydim muhakkak oysa...kalktım bir çilek tanesi kokusuyla,bir elin kemik sesleri yaklaştı,ölü bir kadının kırmızıya dolanmış hali ürküttü,cinai bir havası vardı ve katil belliydi...ben ne yaşamıştım...aynı sorudaydım günlerdir...sormalımıydım...kafasını öne eğmeden önce gülüşünü çıkarırken gördüm yine,tanıdık...içimdeki buz dağının doruklarında süzülen bir kaç erimeye eşlik etti keşke hep gülsen...engelleyemesemde bir sızlama hayat buldu bende yine...bir afiş canlanmıştı oysa yazıda...yeşil fötr bir şapkanın eteklerinden balıklama dalış yapıyordum kırmızı bir kadeh şaraba...bir adam elinde bir çubuk ormandaki çürümüş yaprakları karıştıryordu oysa nedensiz...bir önceki sonbaharı çıkarmak istiyor gibiydi bu sonbaharın içinden...şarabın kırmızılığının kenarına ilişmiş kadehin başına doğru bakıyordum ,aklıma paket halindeki hediyeler gelince kadehin derinine dalıp çıkmak hiç istemiyordum gün yüzüne...adımlarımın telaşına bile yetişememiştim oysa,paket kağıtlarını geçmiş hızlıca kendi kutularının içinde olmalı diye ilk eskiz paketlerimi bile yapmıştım ama nafile...kırılan bir hevesin burukluğunda gözümün önündeki hediyelerin gölgesinde bilmediğim bir dilde film seyretmiştim bugün kendimle yine...gerçek bir hikayenin sonunda buz kütleleri yukarı doğru akarken içime akanları yine durduramadım son tangoda...ne çok beklemiştim o filmde ,ne çok göz yaşıyla çıkmıştım şimdi ise oyuncuları karşımda başka bir rolde bu senede beni yine bulmuşlardı...onlar değişmişti ama ben yine aynıydım...aynı kırıklık ve aynı yalnızlıkla karşılarındaydım...adam ilk önce tanımazdan geldi kadın utangaç bir tavır ile gözlerime baktı bende çekingen durdum bu hallerine ,ansızın bütün şeriti makaradan hızlıca çekmiş ve tekrardan izlemiştim,izletmiştim...yaprak hışırtılarının sesi geliyordu şimdi kulağıma ,bir salyangoz böceğinin kabuğu tırmanışındaki ağırlık az önceden nedensiz geçti, bir duraksama takıldı ve burukluk... açılmamış hediyelerle artıyordu kesintisiz tanımlı şeyler,artıkça tanımlar acıda artıyordu...uğurböceğinin kanatlarında uçmak istiyordum artık...d.kari nin renksizliğine uğramadan...nedendi ki,nedendi,nedendi...tanımlara zorunlu yolculuk nedendi...fons kavga ediyordu düpedüz basla,katalan ruhu canlanmış kibarlığı elden bırakmadan öfkesini kusuyordu basa...ordan yürüdüm sabaha bende,tellerin üstünde korkusuzca yürüdüm ezilmekten korkmadan...bu sabahta keyifsizdi,bu sabahta dün gibiydi ve anlayamadığım çok şey vardı ,anlayamadığım o kadar çok şey vardı ki bu olan bitenlerde...çok fazla şey vardı,çok fazla soru ona ait...kendimde yanıtlayamadığım soru ise hep aynıydı,hep tek...elindeki son taşını oynuyordu yaşlı adam,karşısındaki genç adam ise kıs kıs gülüyordu,birer kadeh buzlu viski söylediler otel lobisine,peki ama ben ne zaman nası gelmiştim ki buraya...lobinin karşısındaki bina çok tanıdıktı bir o kadar da acı verici...incitici...aldanışın neo-klasizmi yükseliyordu gökyüzüne...
Gel küçük şeylerden söz edelim bugün seninle....''