12/14/2010

http://fizy.com/#s/1ltcfh

http://fizy.com/#s/1ltcfh

İki kanattı gökkuşağı ülkesi
Ve bir şarkının lirik sesi...
..
çocuk denizatları ve büyüyen ayakparmaklarıyla
yıldızlı orman düşleri biçiyordu masalcı.
anlaşamıyordu biri hep diğeriyle
buğulu geçitler vardı, gizemli afrika kuşları
çoğalıyordu şiirin önsözü
ve mürekkebin kıvrık sayfalar dolusu rengi.

kaldırımların, topuklara sevdalı geçmişinde
kırmızı rugan gençliğin köşe merdivenleri,
sirenler, beyoğlu geceleri, keş sokaklar
bira kokuyor barların tüm loş ağız değirmenleri.

arka sokakların, tarihli yanaşmalarında
korkmuyordu sahaf tezgahların kedili gündüzleri
simurgun et kokan ocakbaşı müşterileri
tırnakları paslı rafların, hep düşeş bekçileri,
üşüyorken sokakların asma altı geçitleri
bir şemsiye gölgesinde, neden peki bu gökyüzü!
dalgın dolaşıyor şimdi şehir kendinde
unutuyor sokakları, hep caddelerden önce,
sodyum buharlı lambalar
ve
pervitiç güncesinde, sarı zeminde.
..
İki kanattı gökkuşağı ülkesi
Ve bir şarkının lirik sesi...

11/09/2010

bugün

bugün gün ışığı büyütmeli, yaprak yaprak, renk renk...

10/05/2010

senbahar

sen gözümdeki damla
yangınlar var şimdi senbahar ayazında,
ve ufkun batık güneşi
soluk benizli bak bu kelimeler dizgesi,
nefes alamıyor artık can acısından
...'a gülüş batık bir liman,
dinlemiyor
dinleyemiyor artık bu sandal eskisi,
uçup gitmiş güvertenden kaptan! maibeyaz martı sözlerin

10/03/2010

kaptan!


rüzgar dolmuş kürek kemikleri bulutun,
bir hızda, bir hızla çağlıyor kendinde...

kömürlü trenin makina dairesi gibi çocuk elli uçurtma
alev alev olmuş görmüyor resmini gökyüzünde.
en güzel bahçenin çerçevesinde hep bir parça örgü, bir takılı misina,
uçurtmanın kuyruğu bir de şu ağacın yaprakları
ve suskun nedense çiçeklerin taçyaprakları,
salınıyorken başıdumanlı gündüzler, rüzgar nöbetlerinden ses dehlizlerine.
derin bir soluk geçti az önce bi dizinden,
akdeniz renkli bir gülüş hayat buldu şimdi bu dizede..

ağlarını atıyor sanki hayat gökdenizine
rastgele diyip çekiyor zamanın elleriyle,
balıkları salıyor neyse ki geri sularına,
derdi deniz kokulu buram buram mavi saçları oysa..

feryat ederken dalga, duyar da koşar mı sahi kaptan!..
serer mi! okyanus serili gövdesini
elleri yağmur olup yağar mı bu yangına,
toplar mı! tırnaklarının avlusuyla zerreleri
hediye eder mi! gülüşünün gökkuşağı rengini...

zaman dişlisi dönüyor

zaman dişlisi dönüyor/
çarkın yüzgeçleri hep alın damlası/
bulutlu bir ağaç gövdesinde/
yalpalıyor sanki ay ın tuğrası/
akşam vakitlerinin terki bu an lar bugüne/
bu an larda şiddetleniyor sanki rüzgarın kamusal yazgısı/
ve ormanın ıslak duman kokusu/
kıyılar dolusu yeşillik çağlıyor/
birbirini dik kesen yokuşlu merdivenlerde/
yaşlı bir sandık gövdesinde/ şimdi beş meteliksiz yangınlar/
karkasından doğrulmaya çalışırken tam da dizlerin kelime seçkisi/
aldığını gövdeliyor tanımadık insan kökleri/ öteki kesiyor sözde dallarını izinsizce/
kaç kuruşluk hüviyeti var ki ağzı cahilin/
özgürleşemeden konuşuyor kanun hükmünde kararname niyetine/
sen konuşmadan daha/
seslemeye neden hevesli sahi insan gövdesi/
kalabalıklar çarpışıyor oysa ağzı çarpıklar ülkesinde/
ne kadar eğri konuşursa hayat/
o kadar düzeliyor sanki yolların şu sarı çizgisi/

ve yontunuyor bugün yine/
yine elinde bir murç /
yine tıknaz gövdesinin usul usul sesine/

6/13/2010

ve özgürlük

karşı kıyıların kabarık rüzgarları,
taşıyor yelken keteninden beyaz sanrılara
mavi yakalarını çekmiş ensesine
sır vermiyor rüzgargülü düşlerine,

doluyor her bi adımda karabatak özgürlüğüne
bir rüzgar tanesi şiirin hep en güzel sebebi,

ve özgürlük!
bağıra çağıra limanlarda...

6/08/2010

sen yağmur!


sen yağmur!

damlalaların ne çok yağmur
ne ansız gökyüzün var! seni bırakan, ellerinden
ıslatmıyor yüze vuran damlan
durmuyor şavkı aydınlanmamış gündüzlerde,
ne bu celal! yağmur, desede ağzın çeperi
sen dinlemezsin ki şu köşede sessizce

doldun yağmur, ayaklarımdan içeri
sel oldu damarlarımda, sol yanı busenin
nehirler çağladı, fırtına koptu gökgürültülü gözlerde
kalbin sızıntısı, taştı buldu en nihayet kemik zarını,
sen yağmur! bilmeden bulaştın paçalarıma
bilerek kaçtım sırt çevirdim oysa gündüz akşamlarına
sen yağmur! bilemedin hangi parça deniz olduğunu
bilemedin saklı gümüş rengini
sen yağmur! bilmeden değdin toprağa
değdin ve hızlıca geçip gittin köklerden uzak yarınlara

damlalaların ne çok yağmur
ne ansız gökyüzün var! seni bırakan, ellerinden

6/04/2010

haziranda ölmek zor

işten çıktım
sokaktayım
elim yüzüm üstümbaşım gazete

sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sokakta tomson
sokağa çıkmak yasak

sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur

çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara

sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri

asacaklar aydemir'i
asacaklar gürcan'ı
belki başkalarını
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
dökülüyor etlerim
sarı yapraklar gibi

asmak neyi kurtarır
sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

asılmak sorun değil
asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
budur işte asıl sorun!

sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
yağlı ipte sallanan morluğundan!

neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı

işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
gitme korkusu
ah desem
eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
tutuşacak soluğum

asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak

ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

nerdeyim ben
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
göçen kim dünyamızdan?

asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
söyler hangi güzelliği?

kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
göçtü memet diye diye
şafak vakti bir çınar
silkeledi kuşlarını
güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
memet!»

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

bu acılar
bu ağrılar
bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

kim bu korku
kim bu umut
ne adına
kim için?

«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara

nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?

yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

hasan hüseyin korkmazgil

5/16/2010

geçiyor zaman

geçiyor zaman,
kör bir kahin kantarında ve topuzu kaçmış düşler bulvarında
durmuyor masallar,
efsunlu diyarların buğulu geçitlerinde
dinmiyor şarkı,
at arabalarının çektiği dehlizlerde
susmuyor gece,
aydınlık gündüzün mavileyen rengine...

4/21/2010

melodi









mor pencereleri var sokağın
ve kırık omuzlarında ay sancısı,

yürüsen sökülecek sonralı cümleler
ürkek ve tedirgin nisan çiçeğinde
yangınlar var geç kaldığın sabah ayazında,
boyanıyorken gök ellerin iki yakasında...
erguvan gündüzlerin gölge almaşığında
gökkuşağı tırmanıyor kanatlarını şimdi...
ellerinin göğe bakan yakalarındayken akşam,
ve okyanus ve dalga
dolup taşıyor, o masmavi nehir ağzından...

3/31/2010

ve özlem

ve özlem
ve ikindili kandillerin düş sesi,
bağırıyor elleri isli duman
geç olmadan sabahın şavkına
gece ayazına suskun yangın geçitlerini...

puslu bakışlarınla, bir parça alnın
ve toplasan bir elmacık etmeyen iki yarım yanağın
şimdi geçmişler karşıma
geveze halinin resminde,
neler anlatıyorlar bir bilsen
senin konuşmayan dilinin üstüne...

ve özlem
ve miktarı bir hayli kabarık geçmişin
sayfalara yazsan veresiye dolar
peşin ödesen ellerine hemen atlar...

ve yarına çıkar mı sonrasızlık
çoğalır mı gecenin içinde yalnızlık
bir başak tanesi ve bir arpa boyu yol izinde
dolunayın şahitliğinde...

3/28/2010

oralarda bir şeyler oluyor


oralarda, uzaklarda bir şeyler oluyor
bir bahar yangınında ikiye bölünüyor güneş ve kolları
sokaklar kararıyor ve parçalanıyor dişleri sevdanın

oralarda, uzaklarda bir şeyler oluyor
bir yeni yetme masal büyücüsü
yolunu kaybetmiş düşler bekçisi,
iki damla çoğalıyor kendinden içeri
şimşeklerin beklenmedik iç burkan rengi

oralarda, uzaklarda bir şeyler oluyor
bir adam dişliyor dolunayın rengini
bir kadın örtüyor bulutun kırmızı rengini
faili meçhule atılıyor dolunayın ölü bedeni

buralarda bir şeyler oluyor uzaklara ait
oralara dair mısralarda, kalbin içi kan dağlıyor...

3/17/2010

uçurtma

anlatılıyor/mış lı düşler diyarı
dinliyor/mış lı gelecek zamanı

durdu kağıt uçurtma
küskün göğün saklı renginde,
dalgalanmıyor tırnakları haylaz çocukluğu
dizleri yamalı gün seçkisinde

konuşuyor herkes kelamın dilinde
oysa konuşmaya hasret kelimelerde
mavi ne kadar maviyse
ha bir kelime fazla
ha eksik bir kelime,
anlaşılamadıktan sonra
biçare anlatmak kendini niye,

dinlemiyorken daha sabahı
yüzüne vuran martı renginde,
bir kadehe dolmuyorken akşamların gün eşrengi
şarabın suçu mu bu kendi rengi!

kendini unuttuğun yokuşlarda
bitmeyen hesaplaşmalarda
konuşuyor sokaklar çok sesli
umulmadık balkonlardan
adımların ardına

gözlerini kısıp baktığın bulut beyazında
alı al,moru mor denizler, hep erguvanlarda
yaramaz yunusların sevinci sanki
bu senin gözlerinin hep bir tutamlık neşesi

unuttuğunu sanmadın hiç
unutulmadıkların kıyısında
anlatamıyorsun bak hala
yangının isli dumanını
ona/buna/şuna/

kendi pencerelerini açmış insan gölgesi
durduğu yerden bakıyor,
yok mu adım atmaya karşı balkonun kıyılarına
nemrutun gün görmemiş ayazından hala,

eğilsen dizlerinin önü bir adımlık surlar
korkmamışken akşamın karanlığından
bu seninki kifayetsiz kelimeleri yine şiirin
anlayamadıklarının hediyesi işte bir gün
neresinden yazsan
başı bir
sonu bir

yoruldu kırık uçlu uçurtma
mış lı masallar diyarında

3/31/2009

3/03/2010

istanbul








canımın içi istanbul;
otur konuşalım şöyle.


sen, taşıyamadıklarını anlat,
ben, taşınamadıklarımdan dem vurayım!

sen, sek bir rakı söyle buz beyazı,
ben, kırmızı şarabın kırmızılığında kaybolayım!

sen, kıyılarına vuran dalganın arsızlığından şikayet et,
ben, hep sustuğum için koparılan karaparçaların kraterlerini göstereyim!

sen, kocaman martı kanatlarını sal mavi denizine,
ben, attığım ilk adımda dizlerimdeki yaraların kabuk bağlamayan rengini!

sen, bir tutam kalabalık ek mısralara,
ben, latin kıyıların uzak ıssızlığı diyeyim!

sen, kalmak de hapis avlularda,
ben, gitmek diyeyim özgürlüğe, kaçmadan ama!

sen, saçlarını tara akşamın taraçalarından,
ben, kasabaların solgun tozlu yollarında kirpiklerimi arayayım!

sen, çoğul konuş yanlışlıklarının ardından,
ben, tekil yalnızlığımda ruhumu bulayım!


sen, sessizliklerde şarkılar söyle seyrek zamanlı
ben, suskunluğumda sık adımlı tarlalar ekeyim şarkı sözlerine

sen, sabırda sabır de, başını eğ önüne huşu içinde,
ben, yetti artık diyip, göndere bayrağımı çekeyim!

sen, gördüklerine göz kırp kur yap iki gülümse,
ben, başım önde dağları devireyim!

sen, yeni kitap sayfalarının gıcır sayfalarında yenilen,
ben, sahafların tozlu raflarında yorgun yenileyim!

sen, şiirler oku neşelen, utanmadan sakınmadan sıkılmadan
ben, şiir yazdıkça kendimden eksileyim!

şimdi sen sus artık istanbul! sessizce bak bana,
ben özlemlerimin hasretiyle,gözlerinden öpeyim.

2/23/2010

22:44:57

22:44:57
güzelleşiyor ellerin yedi tepeli mabedinde
gölgen beyazlıyor dalgaları derin
ve ormanların gökkuşağı köprüsü
hani hatırlar mısın yaşlı zeytini tırmandığın şavkı
nasılda açmıştı dizlerin siyahı, kömür karası günde
ellerin dökülmüştü topuklarının çakıl denizine.
gece oldu mu
ay ışığı var omuzlarında, yürürken bu şehrin insanlarını
bir de yalnızlık yıldızların, yedi tepeli şehre sarılı,
kovalandıkça yakalanmıyor zaman
ve tan ağarmadan bitiyor nedense artık, kuşların o aydınlık nefesi
yorgunluk dolu ıssız şehrin bu keş havasında
ve yürüse, yürüsek terk edilmiş köhne bir çam gövdesinden, bir erik yalnızlığı dolu denizlere.
özlem, özlemek güzel şey
affedilemeyenlerden önce affedilenleri kendimde
ve barışmak tek spot altında
perdelerin gün kurusu rengi çekilirken aydınlığa

sokakta gür seslerin bağrıntılı nefesi…

2/15/2010

kötü bir şiir


kuru geçitlerin soğuk ayazında
bir başına yağmur ve bu güncesi,
kılıç gibi şakırdıyor gözlerin şavkı
ve eller tufanın sanki sessiz bekçisi,
yalan! ne çok yalan dolu sırtın yüzgeçleri
ve narin ayakların kuyruk isketesi,
sokakların uslanmaz bekçilerine sordum
kılçıklarından sıyrılan derinin gümüş rengini!
sakladılar dirinden önce hep anlaşmalı sesini.
hain bir pusuydu bu senin ki kalbin tenhalıklarında
biliyorum gönüllüydüm yolun başında
intiharlarımda çoğalmadı ki içimdeki bu tomurcuklar
öldürmekten korkan ellerin sen yamacında
her yeltendiğinde daha çok sürgün verdi bendeki asi düşler,
sana değildi itaatimin inancı
bir dindi aşk beş vakit namazlarda.

şiire oturuyorum şimdi küsüyor ellerim
biliyorum şiirlerdi sürgün yerim
bir veda mıdır bilemem ama
yurdun topraklarından gitmem gerek artık bana.

bakıyorum yüzünün çirkin köşelerine
ve gözlerinin içeri düşen yuvarlak haznelerine
ne çok sevmiştim diyorum utanmadan
ve ne çok yalandaydın bana hiç utanmadan

1/25/2010

dalgakıran

mavilikler vardı uçsuz bucaksız dalgakıran akşamlarında, görünmeyen yüzünde kelimeler küçük bir kız çocuğu sevincine dolardı , sanki karşı tepelerin tek kadehlik gündoğumları efelenirdi hep bir külhanbeyi adımlarından yeryüzüne, gözünü kısıp baktığın bulut beyazı ,en çokta, en çokta bu anlarda terkederdi suretini yaşlı gemicinin urgan izlerinde,bir mevsim vardı goncalayan ve çırpınan kürekkemiklerim.
gündüz şakırdıyor gibiydi lahtin mermer gölgesinde, tarih öncesi bir yalnızlık vardı çinili köşkün çehresinde, yıllar sonrasını kovalarken, kaygısız gibiydi hep yeni yetme gençliğim, bir yabancılık vardı sesimde tüm seslere ve ezber şiirlerin herkese yeten o sıkıcı taziyeleri ,sonrasızlıkta ölüyordu her bir parça, düşünceli bir hali vardı sarı ellerinin her daim ve birde gülümserken özenle sakladığı paslı dişleri, tek bir nefeste kurduğu cümlelerini, hiçbir zaman sakınmazdı deli mevsimlerden, telaşsız izlerdi kirpikleri ardı dağılan parçaları, huzurlu mu huzurlu akşamlarındayken elleri. köhne iskemle sırtlarına hep bir şeyler çizmeye çalışırdı tırnaklarının beyazıyla, nefes almak için başını uzattığı o çavlan tarlalarının, tanıdık şarkısına ve itaatkar dizlerinde o yanına gelene kadar aldırmazdı bakışları ama yükselirdi sanki ormanları ve denizleri hep bu anlarda.

1/10/2010

kırmızı gece

parçalanıyor kırmızı gece
sokağın sessiz çağrısında
cama vuruyor yağmur
ve üşüntülerin keskin nefesi,
ve ne çok ıslandı gelincik orkide yamacında ,

damlalar

çoğalmıyorken artık mevsimler kendi içinde,
acıtıyor kirpiklerin gözlerine değdiği yer
ileride parçalanıyor eller ve kemikleri vazonun
kırmızı yüzlü gecenin ardında
terli bir nefes esiyor kuzguni zaferlerinden
kanıyor ellerin, vazonun kırık geçitlerinde

mahkum edildiği yaşam çeperinde
planlı bir oyunun son kurbanı kendinde
açılıyor upuzun vadilerinde inançsızlık
düşüyor başın önüne kırmızı gece
nasıl döner sahi yörüngesinden sapmış dünya
matemini sarmalarken hala
günah değil mi! suskun ağıtlarına

1/01/2010

mutlu yıllar


.] © 2008. Template by Dicas Blogger.

TOPO