...bulutların ansızın kıyıya vurupta, şehri dalgalandırdığı o günlerde korkaktı adımlarım,anlayamıyordum daha bilmiyordum yeni yetme kelimeleri,konuşmaya kelime bulsam bakmaya zamanım kalmaz sanıyordum, yanılmışım... şimdi geçmişin karşısına oturdum korkusuzca seyrediyorum,en çok güldüğüm anlar yine en çok güldüğü anlar,hani ince bir çizgide yürüyorken elleri iki yana açık havadan kopup gelen rüzgar tanelerini yakalamamız...bir küfür kıyametti vapurun o en son kıyıdan çekilişi hep,birde dumanına karışmış istanbul akşamları,köprü altından geçişlerin nedensiz tedirginliğine dolanırdı aceleciliğimiz,ellerinde balonlarla havalanan bir sevinçti sanki eski şehrin keşfettiğimiz sokakları sonra... sonra hani tandık gibiydik ya seninle hiç konuşmadığımız anlarda dahi bunu bile anlayamıyordum daha,sanıyordum ki konuşmak gerekiyordu...doğru benimkide şimdi gizli pişmanlıklar bulvarı...küçüklüğün bilememezlikleri...geç kalışları,çok erken sarılmaları bir sürü şeyleri işte... gün hani aydınlanınca perdeleri çekip kenara en önce maviliği yakalama yarışı nerede kaldı,yada hani şu bildik avluların örtüsüne sarılışlarını izleme telaşımız,kaldı mı bir parça kızıllık gün bitiminde, bende yok, bilmiyorum ellerim hep cebimde...
en son okuduğum romanının son 50 sayfasına çeyrek kala durdurmayacağım beni bu defa,korkmuyorum ilk defa bir ustanın ellerinden ,yakalanmadım henüz ama yakaladım yine korkaklıkları ki nerede kaldı dr.nevzatın sözüm ona çıkmazları peki ya nermin! o masum mu hiç hemde,macide bir anda yokluğunu armağan etti ve hiç olmadığı kadar çok seviliyor şimdi kocası tarafından,biricik kocası şimdi o buğulu gözlerin ardında hiç olmadığı kadara,zavallılık kokuyor tek celsede korkaklık,sözüm ona kendinden kaçıyormuşlar ya aslında sadece kendilerini bırakamıyorlarmış,kendilerine aşıklar topluca, gerçekler karşısında,o yüceliği o erdemi gösteremiyorlamış ,yoksa bir yokluğun bu kıymeti ne ola ki ,hey gidi hey dr.nevzat... filhakika varmı böyle bir kelime yoksada boşver gül geç yine...şimdi günün bu saatlerinde şakalaşıyor gibiydim tüm geçitlerde ,öncem beni kovalıyor sonramı kenara çekiyor hakırıyordu avaz avaz...susuyordum yitik günler gemisinde bilmediğim bir ıssızlıkta kaybolmuş kürek çeker olmuştum ellerimin kış ayazında...üşüyordum bilmediğim arka sokaklarda içtiğim sarhoşluklar şaraptan değildi,biliyordum artık...
büyümüştüm...
şaşırmamayı anladığım anda açılan uçurumlara atladı güvdemin bir parçası,donuk ketum gözler,bakışımsız adımlarda ayaklarım yalancı gülüşlerin yakasından atlıyordum sabahların sonsuzluğuna...
-yo yo hayır!sonsuzluk artık yok!sonsuz olan şey sonun kendisi.
şehrin ortasında akan bir su kanalı vardı, cılız ve korkak,kışın kar yükli dallarını bekliyor kestanecilerin dumanı tüten sıcaklığını özler gibi gülüyordu,kaç gün geçmişti ki sahi kendi olmayalı,kaç zaman...
hatırlamıyordu...
sessizlik dedi,sessizlikler biriktirmek istiyorum,sarılmak sonra bir parça koklamak,tüm anlaşılamamalara tüm hani o göründük yüzlere serpmek taş tutmuş tüm kalpleri sonra sıcacık ısıtmak...
yeniden-yine...
tahmini 20 li yaşların beden ağırlığı vardı üzerimde ama ruhum bir tam yol almıştı sonrasında...
evet büyütülmüştüm...
gülüyor,şakalaşıyor,sonra yeniden gülüyordum kendimle,kahkaha gibi bir şey boğazımdan içeri yakıyordu,sığamıyordum sokaklara dar geliyordu bu iki yakalı şehir...
-oysa!
oysa en çok sevdiğim köşelerinde en güzeller saklı değilmiydi hep...
-peki ya şimdi!
suskunluğumu bile anlayamadığını anladığım o günden sonra göz yaşlarıydı rengim...nasıl anlatabilirsin ki suskunluğu bir insana...
nasıl anlatabilirdim!
kelimesizliğin gerçekliğini nasıl anlatabilirdim...o herşeye rağmen ve bunca şeye rağmen üstelik...ne tuhaf ne anlamsız kelimelerdi ama bana ne çok şey anlatıyorlardı oysa...
bir kahve molası vermek için dikkat etmeksizin girdiğim bir kent cafesinde karşılaştım,başı önde dalgın ve solgun bir hali vardı birazda ürkek...
yorgundu daha çok yılgın,ceketinin yan cebine sokuşturulmuş bir tomar kağıt parçası vardı ,günlerce cebinde dolaştırdığı ve de hırpalandığı apaçık belliydi…gözlerinin beyazı sarıya çalıyordu sol elinde hafif bir titreme,beni görmüş olmanın verdiği heyecanlar değildi söylese de inanmazdım zaten,ne acı insan inanmıyor oluyormuş yaşadıklarınca sonrasında görünen gerçeklere bile,bir fıkra gelirdi bu anlarda hep hatırıma muzip bir gülüş peşinden, kızgın bir çift iç geçirme hak etti o çoban diye ama ne gülebilecek ne de hak etti diyecek isteğim bile yoktu,
hak etmiş olsa bile…
sol yanında duvarda siyah beyaz fotoğraflar vardı sanırım ustalardan bir seçkiydi içlerinden birini tanıdım m.ribound/un bir çalışmasıydı…ve gölgesi vuruyordu adeta masanın üzerindeki yüzüne…
-nasılsın!
-…
bu suskunluğun ardı sandalyeyi sanki davet edilmişçesine cüretkar bir tavırla çekip oturdum…elim yüzümde parmaklarının ardındaki geçmişine bakakaldım,beraberinde geçmişime…ansızlığın bu insanın içini titreten üşümesine kapılmıştım,ne yapacağımı ne söyleyebileceğimi hem biliyor hemde bilmiyordum...tuhaf ama sadece hatırlamak istediklerimi çok büyük bir ustalıkla seçmişti yine kalbim,derin bir nefes aldım, ısrarla benden kaçırmaya çalıştığı bakışlarını aradım,gözlerindeki umursamazlığa o aynılığa o ketumluğa tahammülüm yoktu,
bakışlarıydı,
bakışlarının gölgesiydi dünümüz...