12/06/2009

yalnızlık sorgusu


bilmediğim dilde bir şiir okudum az önce
inandığım dinde şiirler yazdım yine,

korkmak çok erken yürümeden önce yolu
göz alan şavkını bilmek ve dolunayı
tenha sokakların keşliğinde tüten isli yalnızlık
duvarların sırtından akıyor küflü geçmişin
ve sonraya geç kalmak an/ın ardından
hayat bu ya! kendini hatalarında hep aklar
söyledikleri bir parça eksik hep dilin
tedirgin ve ürkekti şiir gölgesi
ne kalır bilinmez yalnızlığa

11/21/2009

masal şehri

*toffee nut latte ve empresyonizmin doruklarında bir istanbul: harikulade ikili, sessiz eşlikçileri boris vian ve paul lafarge,c.mcrae koyulugunda. ardında kırmızı stop lambaları görüş mesafesine dur emri, asmalının geceye inat berrak rengi öncesi tünelin iç üşüten kapı önü sesteşi...ve martılara bugün renginde yer açan bir masal şehri

11/08/2009

ezber


ay ışığı serilmiş gibiydi -sanırım-gecenin ardına, ılık ve davetkar bir mevsim güncesi sunuyordu sonbahar ardında. kalabalık, isli geçitlerin gece aralıklarında ayakları aydınlanıyordu sanki koca gövdeli taş duvarların ve oradan şehrin gökyüzü pencerelerinin…genzi yakan tanımadık bir koku vardı ve siyah beyaz bir film gibiydi oysa gecenin kaçkın rengi…

o,
uçağın inmesine daha birkaç saat vardı ama şimdiden sabırsızlığı sırtlamıştı adımlarında, yerdeki karoları teker teker saymayı bitirmiş tavan armatürlerini 2 li 3 er li gruplara dahi ayırmıştı. ara, ara da parmaklarını yakalıyordu ağzının içinde, -ne ayıptı oysa! ki kızardı ona şimdi burada olsa-, kocaman 45 yaşında bir de sosyal statü sahibi bir adam olarak hala tırnaklarını yiyordu dimi, ya birde gören olsaydı tanıdık…
yeterince başkalarının düşüncelerine teslim olmanın ezikliğini yıllarca içinde taşımıştı, kim ne der kim nasıl karşılarla dolu hayatı,annesini,dostlarını,karısını üzmemek için sürekli ertelediği kendinde ki uyanışa artık daha fazla karşı koyamamış ve ona göre hayatın son düzlüğünde özgürlüğünü ilan etmişti işte bir sabahta beklenmedik,
evet şimdi yeni başlıyordu her şey ,yeniden!

diğeri,
solgundu yüzünün sol köşesi, her kelimede daha soluyor daha kuruyordu kirpiklerin yaşı, titrek gölgelerin koşuşmalarında ürküyor kenara çekiliyordu sanki repliklerin sessiz ağzı…bir söz bir kelime yoktu ki onca seneyi açıklayacak dahası açıklaması olacak, her şey hep bir kandırmaydı bu hayatta ,inandıklarına biçtiğin değerin yansımasıydı o tüm yanılsamalar zamanda ,oysa şimdi her bir klişeyi bertaraf edecek ruh dirilişindeydi kendi içi ve donuk bakışların ardından görebiliyordu o buz gibi dağı istemese de…
suretler ve yanılsamalar ne kadar da çoktu hayatımda diye düşündü, komodinin üzerine bırakırken parmağındaki yüzüğü,
dönüşünü ,onu sevme gücü bulduğu bir anda haber vermişti ama uçak indiğinde ne o güçte ne de o istekte değildi artık adımlarında ve kalabalık bir turist kafilesinin içine karışarak çıkış kapısına gelmişti ani bir hamleyle…ki ne tuhaftı onu, yine onun için, sevmek adına kendine bahaneler yaratıyordu artık, sebepler, ne yorucu ne zorlayıcı ve ne kadar kendini yok edici bir seçimdi böylesi…
o böyle bir şey yapmazdı oysa biliyordu, ki içinde büyük bir yorgunluk bunu da hissedebiliyordu ama sevginin erekleri bir kere içinde ,o nun için, diye yer etmişti insafsızca kendine ve şimdi kendine vuran dalgalarında bu duygunun boğuluyordu artık.

kent ışıkları vardı gecenin üzerinde ve camdaki yansımalara bakarak odanın gerçekliğine daldı sarı lambaların buğulu gözlerinde…onu habersizce bıraktığı havaalanından sığındığı bu otel odasında, bir anda koca bir yabancı gibi hissetti kendini doğduğu bu şehirde, ait değil gibiydi bu odaya, bu eşyalara, bu müziğe vs. bir türlü tanımlandıramadığı içindeki bu boşluk duygusunun rahatsızlığında oysa diye mırıldandı içinden, ait olduğunu sandığı bu topraklarda huzur bulacaktı dönüşüyle…

peki o,
onunla karşılaştığında nasıl bir kelimesizlik gelip onu bulacaktı, takıldı kaldı bir anda aklı aklının gün görmemiş karanlık gecesine…
balkona çıktı, kafasını gökyüzü kaldırarak uzakta çok uzakta parıldayan birkaç yıldızın izini sürmeye başladı gözlerinde, çokça düşüncelere dalmadan…tam son noktalarını birleştiriyorken yıldızların, çalan bir telefon sesiyle irkildi sessizlik, isteksiz adımlarında açtığı telefonun ucundaki ses onu giriş lobisinde bekliyordu artık.
sanki bekliyormuşçasına bir hazırlıkta saçlarına hafif bir şekil verip usulca, yüzüğünü de parmağına geçirip, asansörde karşılaştığı gözlerine anlamsız ve boş boş baktı 8 kat boyunca…

biraz kilo almış, bir parça yılların rengi saçlarına karışmıştı ve hala kahverengi süet ceketlerden vazgeçmemişti o,
korktuğu, hiçbir şey değişmemişti, hala bıraktığı yerde olduğu gözlerinde ki çaresizlikten akıyordu, yorgunluğu bir kat daha arttı ve şimdinin içinde canlamaya başladı zaman kendini,diğeri için…lobide ödünç gibiydi bu anlarda yaşamın izleri ve sessizliğin tedirginliğini bozmaktan korkan bir hali vardı sanki gecenin, oysa bir fransız şarkısı teğet geçiyordu sadece lobinin sarı ışıkları altındaki geceyi ve
ikisi de biliyordu bilmedikleri bu dilin ezbere şarkı sözlerini…

10/29/2009


Muammer Onat: "Öğrenci Öğretmenin Öğretmenidir!"
.
söz bitti blog ,kelime, çizgi, herşey ama herşey ,bir tek hatırlananlar
rahat uyu hocam, öğrencilerin hep yanında olacak

10/25/2009

eski dil


basit oyuncularıyız dünyanın ve yerel saatlerin

takvim tutmazlığını anlatıyor şarkıların sanki her biri,

şiirler:

şimdi çoktan sönmüş bir ateşin yaslı bekçileri

her kim kimi kandırırsa

ya da

her kim kime kanarsa mı acıtmayacak bu sarkıtları şehrin,

sancıyorken kalbin tüm duvarları

tüm yaşantının birikintileri kıyısında,

kaçıyorsun ya hayatın tüm bencilliklerinden

sesliyor işte kendini sevenler cumhuriyeti

göndere çekili şanlı seslerini.

yorgunluklara sarılı adımların arşınında

bitmiyor ki kelimelerden dağlar,

oysa kırık dökük bir blues parçasında uzuyor

hayalet düşlerin başıboş gölgesi,

varken ve yaşıyorken kıymet bilmezler bulvarı

öldükten sonra başında sabırsız sesteşlerde

sağır kör doymuşken tüm o /şey/ lere

hep kaybettiğini ister dimi insan bu hayatta, bencilliğiyle


küçük düşleri var oysa hayatın, küçük elli

yitirildikten sonra nafile bu rüzgar çanları,

kime ve neye!

yüzünü dönmüşken güneşin kolları,

şimdi buzul mavi meydanlar var

soğuğun içi yakan mai sıcağında

10/16/2009

an itibariyle

Yagmurda denizi seyretmek gibisi yok.Kasvet masvet gri ama iyi geliyor varlıgı yinede ruha blog an itibariyle. Topraklar toprak gibi kokmuyorken bile yagmura mutessekkırım damlaları ıcın ayrı ayrı yınede...tamda gurultuye ıhtıyacım vardı ne ıyı ettılerde geldıler sevgılı ogrencı arkadaslar coskun seslerıyle...tum caylar benden dıyesım var yaptıkları şu hesaplara ıstınaden ama bende ogrencıydm bır zamanlar nede olsa ısın keyfı de bır parca bu kafıyede saklı kanımca. Cok ıslanmayı goze alamayacagm kalkmalı an ıtıbarı ıle usulca

10/15/2009

devre arası nıyetıne notlar

ege salatası, angora kırmızı, babylonda enfes bı grup, karsımda sanırm degıl magden gecenın tek bılınmeyenlı denklemı...sokaklar ıyı keyfı yerınde sımdılık...n.cave kıtap yazmasın sarkı soylesın usulca aman dıyım yeraltna ınmeye tesebbus etmesın bu kadar yerustu aydınlıgındayken hala...bır parca derınlık ınsan evladına ve grup sahneye cıktı susmalı usulca sss

10/10/2009

gökyüzü rengi


karanlığı aydınlatıyor beyaz
ve sanki uzak ışıkları var siluetin

vapurun paslı yanaşıyor gövdesi
öğle rüzgarı adımlarında geçgin,
elleri kavruk kent güneşinde
cevapsız bir soru şimdi örtülü gözlerin perdesi,
bir tek şahit yok yalnızlığa
tekil çoğalışın yalın ayazında,
tekin değil oysa çocuk köşeleri şehrin
ekşi dişleri dökülüyor kaldırım üstü kahvelerinin
tanımadık coğrafyası seriliyor kahverengi sesin

sen varsan ya da ben varsam:varoluyorsa ancak varlık
o ya da bu,
gerisi boşluk uzamda,
bir boşunalık yazgısı o halde varlığın adı
ne acı!
yoklukta varlığın kelime anlamı

peki, gecelerin nerededir kanatları.
sahi nerede saklanır ki gündüzün martı yarasaları,
incinmez mi durgun su
ardını döndüğünde kıyılarına vuran,
dalganın salkım saçak asma köpüklerinden.

bir oyun mu hep hayat
en çok seven mi en önce hep yakalanacak
bulutlar ne kadar yakın ve ne kadar uzak oysa,
ve gökyüzü sanki tamda bu!
düş ile gerçek arasında asılı kalan
cevapları kendinde sır olan

10/03/2009

puslu ve bugulu dolunay şavkına acılıyor denızın rengı,sehrın eskı koselerınde. bır parca c.saura dusmus muzıgın golgesınde,akdenız tutuyor ozlemle beklenmedik kıyılarından aklın ıcıne. keskın bır latın kokusu bulanıyor, tangonun lırık dızgelerıne. ve gıtmek ıstıyor artık ruh,ozgurlugunun tutsak oldugu, aklın bu bulamaç kıyıları eşıgınden, aıt oldugu karaparcalarına, ozlem dolu gülümseyişte.

10/02/2009

h.g.d.ç vol.1

:88.2 nin sunucuları konuşmasa da hep çalsa, 100.2 cızırtı yapmasa, 102 sıkmasa, 96.0 hepten aynılaşmasa, şu davis cd si bulunsa ne güzel olacak oysa hayatın frekansları toptan fiyatına perakende özette. şehirde bir varlık coşkusu saklı sanki, toprağa düşen adımlara artık sevinçli gibi. Her uzaklaştığında suret nefes alamıyor gibi. neyse ki canlıyor varlık bugüne miras saklı sureti ve nihayet h.g.d.ç vol. 1 seçkisi.

10/01/2009

kuleli

kuleli uzaktan ne kadar davetkar ve büyüleyicisin.masalları vaad ediyor gece karanlıgındaki aydınlığın.sakınmıyorsun dimi gündüzlerden kanatlarını.gündüz düşlerin sahi gerçek mi.saklıyorsun dimi hala erguvanlı geçmişi .mor salkımlar var şimdi balkonlarda oysa şehrin şarabi rengi.,bir de bir sonbahar karayel batımında neyse ki venüse teslim. ve hoşgeldin ekim. ne iyi ettin

9/16/2009

kısaca

Moda iskelesi ve martı kanatlarında çay : akşamın en güzel gölgesi. Özlemişim usulca geçen eylül'ün içinde denizin rengini...

9/10/2009

medeniyet güncesi

ağıt:
konuşamaz kelimelerin bittiği yerde ses
susar bakışların kirpikleri.

medeniyetin ortaçağındaki bu resmi geçitte,
açıldı karanlıklar en erken gündüz renginde
derinlik daha derin
acı mı!
her zaman sadece hep düştüğü yerde,
nafile kelimelerde
hissedemez kalp,
acımıyorsa kendi canı
başkasının acısını aslında,
konuşmaya kelime bulur
bulur,saçar ve döker hatta
açar daha derin girdaplar
gündüzün içinde sözdeliklerde

sustu işte 7 beden
burada 2 beden
şurada ayları yeni saymaya başlayan minik bir beden
ve orada sayısız, sayısız gözyaşı döken
daha neler neler
unutur insan bunu da
emin ol!
bundan öncesi gibi
bundan sonrasında da,
alışkın çünkü bir dakikalık ağlamalara
ve ömür boyu sit com hayatlarda sefalara,
acı dediği 2 kuruş
bozukluk gibi harcadığı her nasılsa,
etmemek lazım beylik cümleler suretinde
varolan bu dünyada hep kendini sever her nedense,
tiksinmek istemez mi bu hallerden
dünyanın bu sözde efendilerinden,

en derin solumaları var kelimelerin
çağrışımsız hızda elleri,
acizlik bu çamura bulalı
gerçek efendilerin söz delikleri,
sele kapılmış kelimeleri,düşleri,bedenleri,umutları,acıları,ömürleri,ömürleri........
ortaçağ karanlığında işte bu medeniyet güncesi!

ve alışır insan,
alışır diğer o tümler gibi
bilinen dün, duyulacak yarın gibi
ve kayıtsızlık başlar algısı alışkanlığında,
kör/sağır/dilsiz yamaçlarından

imlasızlık dolu kelimelerin aksinde
konuşuyor hırçın dalgaların koyu laciverdi
dönüyor ya dünya
dün olduğu gibi işte bugün ve yarında da,
paylaşamasın bugünün içinde bugünleri hala
acıyla yoğuramıyorsa ruhunu
eğitemiyorsa hala insanlığını
nafile akmaz
ne bir damla
nede gözyaşının pırıltısı kalbinde oysa

yaslı ağaç gölgesi , artık yaşlı gövdesinden utanıyor!
utanmakla kalmıyor köklerini topraktan çekiyor.

9/06/2009

yabancı

-en çok kimi seviyorsun garip yabancı?

anneni mi, babanı mı, kardeşlerini mi?

-ne annem var, ne babam, ne de kardeşlerim.

-vatanını mı?

-nerde olduğunu bile bilmiyorum.

-yoksa parayı mı?

-nefret ederim ondan.

-o halde neyi seversin esrarlı yabancı?

-bulutları severim.

karşıdan gelen ve karşılara giden bulutları.


c. baudelaire

9/05/2009

meramını anlatan cümle

söylediklerin herşeye zaman/ın/da, bir -sonrada- vuku buluyorsa hep işte, acıyor daha çok canın, adını bilmediğim kent kafesi. ne erken ne geç bilemedim...

ruh korozyonu








kendine o kadar sadıktır ki insan ,
bir başkasına olmadığı kadar;
o kadar dinler ki kendini
başkasını duyamayacak kadar,
o kadar çoğul ve çoğundur ki
tekil olamayacak kadar;
ve o kadar bağırır ki
zamana küstürene kadar,
...
oysa
saçak altı üşüntülerine ağlıyor şimdi ıslak maviler
ve
uzun suskunluk molaları veriyor zaman

susuyor için derin derin
susayor asaf misali
duruyor dünya uzun uzun
durayor kendi gibi olmayan halleri kısa kısa sesin

ruh korozyonu olmalı
yaşantının dinmez sancısının adı,

ve doğuyor olmalı her yabancılaşmada suretin
en erken kendine

oysa anlamı değişiyor sokakların bir bir
hatta karanlıkların bile
başını kaldırıp baktığın gökyüzü güncesi
nicedir sürgün vermiyor tomurcuklara,
kırılgan ve kaygan insan iskeleti
kendini salıyor gönüllü dolunay ardına
karşılıyor eski ruh gölgesi iki paçavra ayaklarıyla

ellere dalıyor üşüntülerin yüzgeçlerinde, birer ikişer sessizlik keşliği,
şahit yazmıyorken sessizlik
siliyor sık suskunluklar çoğun silueti
...
sonra bir şair ve birde kolları ebruli ağaç gölgesi ege de
hissediyor olmalı sessizliği,
yazıyor olmalı sesini.




8/29/2009

syf.239

insan hicbir zaman büsbütün yalnız degildir dünyada.en kötü durumda, bır çocugu, bır delikanlıyı ve zamanla olgun bir adamı, yani kendisinin eski bir halini bulur yanında.sorun, zamanımızda bır kültür temsilcisinin, geçmişte bir din adamından, bir sanatçıdan, bir bilginden, bir düşünürden daha az dinlenir olmasında değildir. sorun, şimdilerde .....syf. 239/y.uğraşı

8/28/2009

Gelecege not

karakoy su saatte enfes blog, tuhaf bır gızı, gızemı var. sıır gıbı marmaranın koyu lacıvertı, ardından sepetcıler kasrının kırılgan ama magrur sıluetı. yarım ay vuruyor sehrın eskı koselerıne bır barok tınısı zerafetınde. geceler yakısıyor bastan cızıyor sehrı kendı rengınde. gece ve ay tum bu yanılsamanın ıste gercek musebbıbı. ve son bır mevsım guncesı.

8/26/2009

.forizma ozen ve oneme

gemi bir kere su almaya gorsun ,batması kacınılmazdır. sandal mı! nafıle tasıyamaz koca gemının yukunu bıcare

asmalımescıt aksamları

kolları erken cekılıyor gunesın artık, usuyor olmalı yaz aksamları. bu vakıtlerde hazırlanıyor ıste yaprak dallarından ayrılmaya, esıyor ruzgar daha delı yuzunu sonbahara donmus mevsımın kollarına...kabullenmıyor govde, acmıyor tomurcuk bu son-baharında, bası dumanlı daglar gıbı cekılıyor gondere ve beklıyor usulca sessızce ılk-baharını ruzgargulu mevsımınde...ve tuhafthr usumuyor ruh ortunmuyor suretını, sakınmıyor... asmalımescıt aksamlarına

hikaye

10 sene tanrım! kocaman bir 10 sene kendime şahitliklerim...

içimde verdiğim mücadeleleri hep görmezden geliyordu umursamıyordu, farkında değildi belki ama dayanamayacağımı biliyordum artık daha fazla...
bu eşyalar, bu ev, fazlasıyla mükemmelmiş gibi duran bu mutluluk tablosu beni artık boğuyordu, geçte olsa içimde kavuştuğum bir özgürlüğüm vardı ve ondan vazgeçmek istemiyordum artık,bir sabahta bir not bıraktım ona beklenmedik, sırtının yüzgeçlerini dönmüş bir yunus balığı gibi kıvrılmışken yatağa :

küçük bir çizgi çizebilir misin
sade, net
ama küçük bir çizgi güzel adam,
bu hayattaki
büyük şeyleri utandırırcasına
küçük bir çizgi.

muhtemelen anlamayacak ve hatta bir öfkeyle buruşturup atacaktı yine...yanılmadığımı ise çok uzun olmayan bir zaman diliminde anlayacaktım,

anlattı her zamankiliğiyle sonuçta...
bildiklerimle karşılaşmış olmanın sonucu sıradan olağan bakışlardı,durgun ve isteksiz gibiydi artık adımlarım, karşısında günden güne sessiz yardım çığlıkları atmaktan yorulmuş ve tüm göreve dönüşmüş gerekleri de aniden bırakmıştım ellerimden.
sanki bir başkasının hayatını yaşıyor gibiydim, her zamankiliklerime alışkanlıklarıma yabancı kalıyordum,
bu ben değildim...
sevilen nasıl olurdu da sevenin yankısını hissedemezdi…hissetmek,
hayatın temeli değil miydi, insanı var eden…

onca zaman ne söylemiştim ben,o ise ne demişti her defasında bana, tüm geçmişim bir anda gelecek gibi serilmişti önüme, bir o konuşuyor bir ben ve sonu olmayan
uçurumlar açılıyordu her defasında ...sırdan bir akşam yemeğinin sıkıcılığından bile sıkılmama izin yoktu kalabalıklarla dolu dünyasında,ya hiç susmayan bir telefonu ya yapılacak bir ton işi yada mecburiyetlerin bekçiliği sıradanlıkları vardı hep,hissetmekten km’lerce uzak...

ben neydim onun için artık, iyi eğitimli güzel bir kadın mı? sevginin erekleri aşkın yüceliği neredeydi artık…sırtlarımızda tonlarca taşıdığımız maddelerle dolu bu ağır yükler neydi…

sanırım en büyük hatam mutlu olduğumu sandığım o günlere olan sadakatimde ki ısrarımdı,belki de adanmışlık... bazen bazı şeylerin kopmasına, senden ayrılmasına izin vermeli aslında, oysa yanılsamaların gölgesinde hatıraların seçkisinde en özel en güzel cümleleri buluyor ve yapıştırıyordum tüm o affedilemezliklerine üstelik…bile bile gönüllü kendimi darağacına götürüyor ayaklarımın altındaki iskemleyi hep en önce ben çekiyordum…sonuç mu, sonuç hep karşımda affedilen bir adam, hep sevilen her defasında…tuhaf ama insan bir kere hata işlemeye başlayınca da gerisi bir çorap söküğü gibi geliyordu…ben alışmıştım affetmeye ,o’ da affedilmeye…sorumluluk duygusu da artık iyiden iyiye azalmıştı serseri bir özgürlük taşıyordu sırtında,rutininde mecburiyetler cumhuriyetiydi benimkisi de artık,kısacası bize ait özgürlüklerimizi boğan bir meydandaydık ikimizde soğuk ve yabancı…

bir anda ne olmuştu ki, bu sihirli dünyanın bütün ışıkları sönmüş ve karanlıkta kalmıştım sanki…

bir süreliğine, kimseye haber vermeden bir el çantasıyla şehrin kuzeyindeki arkadaşıma ait eve gitmeye karar verdim...cam kenarı bir otobüs koltuğu tek ihtiyacım olan şeydi...telefonda konuştuğum görevli hiç yerlerinin olmadığını ancak yarım saat sonrasında kapanmamış bir rezervasyon olduğunu ve tekrardan aramam gerektiğini söylediğinde yine kızar bulmuştum kendimi...bir kerede isteğim tek defada gerçekleşebilseydi...bilmiyordum oysa bu serzenişlerdeyken sonraların uyandığını...

8/23/2009

şiirin önsözü

ansızın çıkar bir şair, ansızın şiirinden :
bir gündüzde unuttuğun kitapların sırtından bakar sana, eline alırsın umarsızca bir anda, bir anda soluklanır kelimeleri dalga dalga, derin bir nefeste canlanır sen, dökülür satırları öğlen vaktinde ardına...sarılırsın, daha çok sarılırsın ve hissedersin her bir satırını her bir harfinde, sevinirsin sadece sevinirsin ve teşekkür edersin minnetle bu şairin ansız varlığına bir dua gibi içten büyük bir samimiyetle, okursun tekrar tekrar ve tekrar,
ve nefes alırsın her bir satırında,



DÜNYAYI TAŞIYOR OMUZLARIN

Bir gün gelir, "Tanrım!" diyemezsin artık.
Toptan bir temizlik zamanıdır.
Artık "Sevgilim!" diyemeyeceğin bir gün.
Çünkü boşunalığı kanıtlanmıştır aşkın.
Ve gözlerden yaş akmaz.
Ve ancak kaba işlere yarar eller.
Ve kuruyup kalır yürek.
Kadınlar boşuna çalarlar kapını, açmazsın.
Tek başınasındır, ışıklar söndürülmüş
ve karanlıkta parlar kocaman gözlerin.
Belli ki acı çekmeyi bilmiyorsundur artık.
Ve hiçbir şey istemiyorsundur dostlarından.
Kimin umurunda yaşlanmak, yaşlılık nedir ki?
dünyayı taşıyor omuzların
ve bir çocuğun elinden daha hafif dünya.
Savaşlar, kıtlıklar evlerde aile kavgaları
hayatın sürüp gittiğini kanıtlıyor
ve kimsenin özgür olamayacağını.
Bu gösteriyi acımasız bulanlar (o yufka
yürekliler)
ölmeyi yeğ tutacaklardır.
Bir gün gelir ölüm de işe yaramaz.
Bir gün gelir bir komut olur yaşamak.
Yalnızca yaşamak, hiç kaçış olmadan.


'carlos drummond de andrade'

8/22/2009

iki üç mısra

derin bir soluk geçti az önce yazı vaktini;

sıkılgan şairlerin sokağında iki üç kelam
mürekkebi kuru kuşların kanat göçünde.

sesliyor buyurgan fiiller köklerini, yaşlı surette
ve açılmıyor göz duvağı
ki aldanacak iki afrika sokağı,

yürüyorken ardın kamburun sırtında
solgun yüzün kederli gövdesini,
tanımıyor oysa bak, ormanların neşesi!
kopup gitmiş şiirler parça parça dumanında


istasyonu arşınlayan parmakların
son kalkışıydı bu vakitsiz makinistin
biliyor ve gülüyor işte
bıyık altı münasebetsiz kirli tuvalin ardında

sokulgan ve soğuk yaz akşamlarında
miras dünler canlıyor hala
boynunda şiirler birer urgan
dolanıyor sanki her bir ilmik atışında,

hangi yükseklikten atlasa şimdi hayat
devrik kelimeler ve diz çökmüş hepsi
tek bir hece var oysa
doğrulmaya çalışan,

aldanışın aldanışına

8/19/2009







gökyüzü senin
toprak senin
yıldız,ay
buhara karışan nefes senin
hava senin
buluttaki nem senin
attığın adımın gölgesi
renk senin
yok mu sana ait olmayan
yeryüzünde kendine kalan

8/08/2009

her gidiş zamansızdır
ve iyilerin gidişi hep acıtır,
hiç tanımadığına gözyaşın varsa da böylesi
neyin tesellisi olabilir ki bu kalana,
müziğin bol olsun '' bahadır akkuzu ''
yıldızlar ışığın daima

8/06/2009

iskenderiye


iskenderiye de tütüyor yalınlık
kirli ellerin saçaklarında,
iki kıvılcım bakış doğuyor gün batımında,
katalan dansına çağırıyor bir çöl fırtınası şimdi,
bakışlara dolmuş kum tanesi şaşkınlığında
oysa kendinle tanışman var akdeniz aralığında
konuşuyor kelimelerin diz çökmüş halleri
gece ve kuytu, kovalıyor arka sokakların gizini
akıyor soğuk kelimelerin lirik efendisi
bir kadehin şavkında aydınlanıyor
yüzün o gölgeli geçmişi
kerpiçlerin gövdeleri kendine susarken ,şaşkın insan ve yine anlamsız sureti...

uzayda hayat var mı

*hani sen -artık- bir şey söylüyorsundur, sonra aynı bir şeyler, sonra yine aynı bir şeyler, hani olmasınlar...'ama' anlamak değilde, anlaşılmak hiç değilde,define bulmuşçasına sevindikleri o kendine inandırdıklarının ben biliyorumların kıyısından köşesinden değilde tam içinden bulup çıkardıkları kendilerine açıklamalarıyla hala, konuşmuyorlar mı...gitsen neden gittiğini anlamazlar, kalsan neden kaldığının farkında değildirler...
adı bu ilk hece ben/ sonrası çorap söküğü/ cillik...
*fazla uzun bir cümle oldu,yoruldum,bir iki üç tıp
*akdeniz heykeli görmeyeli uzun zaman oldu
*kaş çok özlendin
*köprünün sarı ışıkları facia
*cohen hoşgeldin
*i.acar boş mu konuşuyor dolu mu anlayamıyorum
*yorgunum yorgunum yorgunum
*bu çizim bitmez
*gardot son cd süper ötesi, yıllar öncesi
*beynimizin % 70i suymuş fazla harcamayalım
*ve ' kraker kelebeği ' neredesin neredesin

7/28/2009

ne kalır!

ne kalır!
akşamdan sabaha
ya da dünden yarınlara
uykulu vakitlerin
kirpik aralıkları mı!

ne kalır!
akşamdan sabaha ,
sırtını döndüğün bahar yangınlarında
ilk aldanış çiçekleri
eteklerinde açan gün rengi mi!

bilinmez ki tuzlu deniz yontusunun
tenin üstünde biriken tozlu rafları,
silkelenmedikçe temizlenmeyecekler

ne kalır!
sonraya ait öncelerden
ne kalır!


7/26/2009

'yaşama uğraşı'

Başkalarıyla – hatta karşına çıkan tek insanla – sanki her şey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın. (Yaşama Uğraşı 322)

Kendini öldürmeye karar vermiş bir adamın damarlarından boğazına yönelen bu gizli ve köklü sevinç neden? Ölümle yüz yüze gelindi mi, hâlâ diri oluşumuzun kafaya dank başka bir şey kalmaz geriye (Yaşama Uğraşı 98)

Kimbilir kaç kez o güvenli ve yerinde karara vardık: Ondan 'uzak duracak', ona sanki her şey şimdi başlıyormuş gibi davranacak, bu arada da onun her tutumunu biliyor olmanın getirdiği büyük avantaja sahip olacaktık. Ve kimbilir kaç kez bunu başaramadık? Niçinine bir bakalım. Yalnızlıkla bütünleşip onun karşısında kurban rolünü oynadık. Onun karşısında sakin ve hazır olmalısın; yalnızlığına dalmalısın. Artık kaya ol, dalga değil. '33'nte sandaldaki sağlamlığına yeniden kavuş. Boşalan içsel enerjini tazele. Rıza göster, talep etme. Bekle. Her dürtünün seni nerelere götüreceğini gör. O bildik alçaltıcı durumlara götüren bütün dürtülere egemen ol. Bunu yapamazsan, hiçbir şey yapamazsın. (Yaşama Uğraşı 100)

Gerçeğin mutlak mantığına inanan düşünürler bu konuyu bir kadınla ciddi olarak tartışmamışlardır. (Yaşama Uğraşı 101) Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoşmuş gibi davranırlar ona: “Hadi, kalk bakalım; yeter bu kadar; hadi işine; öyle değil; ha şöyle...” (Yaşama Uğraşı 103)

Eskiden beri bilinen bir şey, ama yeniden bulduğum için kendi adıma seviniyorum. Ancak bir özveriyi gerektiren sevgiye inan; bunun dışında herşey, çoğu zaman, boş sözlerden başka bir şey değildir. (114)
Acı çekmek (mutsuzluk, yas), düşünceleri belli bölgelerden uzak tutmak, böylece orada egemen olan acılardan kurtulmak için zihinde tel örgü yaratmak gibidir. Bu bakımdan, manevi yetenekleri sınırlar acı çekmek (116)

Fırtınalı bir iç hayatları olup da konuşarak ya da yazarak içlerini dökmek istemeyenler, aslında, fırtınalı iç hayatları olmayan insanlardır.
Yalnız bir insanla arkadaşlık et, herkesten çok konuştuğunu göreceksin. (125)

Elbette acı çekerek insan birçok şey öğrenebilir. Ne yazık ki acı çekmek öğrendiklerimizden yararlanacak gücü bırakmaz bizde; bir şeyi sadece bilmekse, hiçten de az bir şeydir. (130)

İnsan nasıl ölümü düşünmeyebiliyorsa, kadınları da düşünmeden edebilir. (135)

Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum...(142)

Bekârlar evlilerden daha çok ciddiye alırlar evliliği (163)
Kıskançlığa karşı geçici bir çaredir cinsel ahlak. Bir başka erkeğin cinsel gücüyle herhangi bir karşılaştırmayı önleme çabasıdır. Kışkançlık ise böyle bir karşılaştırma yapma zorunda kalma korkusudur. (166)

Bir çeşit insan vardır ki, hayattan bir şey beklememeye alışmıştır; ne yaptığı bir iş, ne de çektiği acı için bir karşılık umar. Ne olursa olsun, hiç kimseden, hatta yardım ettiklerinden bile bir şey beklemez. Dolayısıyla, ancak dilediği zaman başkalarına yardım eder. Tıpkı benim gibi.(179)

Bir başka insanın çocukluğunu öğrenmek, onu yeniden yaşamak istemek, belli bir sevgi belirtisidir. (206)

Aşk iki sevgiliyi birbirlerine değil, kendi kendilerine çırılçıplak gösterme gücüne sahiptir. (212)

Hayatın alaycı yasalarıdan biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse sevmez, çünkü seven, verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur.
Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir kimsemizin olması gerekir (234)

Bir kadın evlendiği zaman bir başka erkeğe ait olur; bir başka erkeğe ait olduğu zaman da artık ona söyleyeceğin hiçbir şey yoktur. (239)

Beklemek de bir uğraş. Hiçbir şey beklememek korkunç.(322)

Birtakım şeylerden düzenli ve inançlı olarak vazgeçen insan, hayatını işte bu vazgeçtiği şeyler üstüne kurmuştur. Gözü yalnız bunları görür. (373)

Zaferin tadını çıkarabilmemiz için ölülerin dirilmesi, yaşlıların gençleşmesi, uzaktaki dostlarımızın dönmesi gerekir. Biz bunun düşünü dar bir çevrede, bizim için bütün dünya sayılan bildik yüzler arasında kurmuştuk; şimdi büyüdüğümüze göre, yaptıklarımızın ve söylediklerimizin gene bu yüzlerde yansımasını isteriz. Oysa onlar yaşlanmış, ölmüş, kayıplara karışmışlardır. Bir daha dönmemecesine. Bu durumda umutsuzca çevremize bakar, bizi yalnız bırakan, ama bizi seven, yaptıklarımıza hayranlık duyacak olan bu küçük dünyayı yeniden yaratmaya çalışırız. Ama böyle bir dünya yoktur artık. (378)

Bir kadının aşkından değil; aşk – herhangi bir aşk – bizi olanca çıplaklığımız, mutsuzluğumuz, incinebilirliğimiz, hiçliğimiz içinde gösterdiği için de öldürür kendini insan. (409)

Çivi çiviyi söker. Ama bir çarmıh yapılır dört çividen. (415)
Ama daha korkunç olanı şudur: yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük bir zevk duyduğumuzu belli etmemekten başka bir şey değildir; bunu başaramadık mı, bırakıp giderler bizi. (Yaşama Uğraşı )
.
mutlak okumalı

liberte

bir kadın söylüyor
ikili ellerinin yaz renginde
beni var güneş karası
gözleri fırtınanın soğuk nefesi

bir şarkı var
tekil yalnızlığın boyun borcu
kelimeleri ağlamaklı
satırları kırmızı renkli

bir kadın var birde şarkısı
ne kadar söylese o kadar duyulmayacak
ne kadar söylense o kadar hep ağlayacak
ne kadar anlatsa o kadar anlaşılmayacak

bir şiir var tanımadık sokak başında
iki üç hırsız bakışlı yıldız kuşağında
doğuyorken tarih öncesi ensesinde
gitmeler var güneşin en derinine

kor yürekli şiir şimdi orta yaşında
bakıyor elleri küskün
dizlerine dökülen bitmeyen sese
şiirin bitemeyen kelimelerine

bugün var yarın yok gibi hayat

bugün var yarın yok gibi hayat
kanatlarından uçuyorken küskünlükler
kül rengi gecenin koynunda,
gözyaşlarına önce atlamak lazım sanki
ince bir iğne deliğinden usulca

yırtık bir paltonun eskisi gibi kokuyor sahaflar
yalnızlık dolu tozlu rafların ardında
kediler açıyor gürbüz kaldırımlara,
günebakan çiçekleri gibi ak boyunlarından
süzülüyor kent öğlesi, önce geçgin adımlarda

galata köprüsünün sarayburnu kıvrımında
bir hüzün eskisi var şimdi durgun bitevi
her akşam saçların tutamından
masallara dolanıyor nafile bir kadın gölgesi

iki dost yürüyorken geceyi
boylarından yukarı tırmanıyor kuru sarmaşımlar
ne kadar anlatsalar o kadar azalıyor sessizliğin sesi
ne kadar azalsalar o kadar çoğalıyor gürültünün rengi


herşey ve herkes kendi lisanında
konuşuyor içinden tek renkli

tekrar

içses
['özen ve önem' bu kadar mı uzak kıyı gercekten insan ruhunda. 'deger' gercekten kaybedilince mi anlasılıyor. peki önemsediklerime ilk gunku özenle davranmam suç mu! aynılık ve nasılsalarla doluyken 'benlikler' hala anlamadıkları neden hep ellerımın ucunda. susmalı yine ıyısı mı. susmalı. cunku samimi olan her sey uzaklasıyor bu anlarda. susmalı ve ıncınmemelı .öncesi nasılsa sonrasıda aynı nasılsa. kabullenmelı ]

hayat bir tekrar/lar silsilesi mi peki?aynılıklar ve aynılar

7/15/2009

her şey biraz yok aslında



*
uzak kıyıların kulaç atması gibiydi kelimeler, yazdıkça anlamını yitiriyordu içimdeki acı, daha az önce ağlayan ben değil miydim kendimle, neyse ki küçük kız çocuğu hallerinden sıyrılmış bir erişkin gibi gözyaşı dökebiliyordum ya da öyle sanıyordum, görse bu hallerimi sevinirdi belki büyüdüğüm için bir parça , geçmişin o küçük bir an/ı nasılda canlanmıştı ilk gün gibi...ne kadar tehlikeli bir şey bu, bir anı/yı ilk günkü tazeliğinde hissetmek, ne kadar korkutucu...


en çok bu mevsimi seviyordum ama geçsin bitsin istiyordum bu sene,hemen sonbahar gelsin yapraklarından vazgeçemeyen dalların ayrılık serenatlarına şahitlik edeyim istiyorum parmak uçlarında,usulca kahverengiliğini seyredeyim çınarların sonra şaşkın papağanların kaçışmalarını izleyeyim gökyüzü mavisinde...



boğuluyor gibiydim odanın içinde tüm günü evin içinde geçirmiş biri olarak dinlenmiş değil daha çok yorulmuştum hatıraların gölgesinde,bir yandan radyonun cızırtılı sesine bir televizyon kanalı eşlik ediyordu, gürültünün tam ortasındaydım ama içimdeki ses susmuyordu en fenası... tüm çıplaklığıyla canlanmıştı, imkansızdı, olanaksızdı, olmamalıydı...gidişinin üzerinden yıllar geçmişti, hem ben , ben çok değişmiştim, onu ne yeniden sevmek ne de hatırlamak istiyordum, kendi gerçeğim buydu, ama engelleyemediğim bir nehirde akıntıya kapılmış gibiydi benliğim, tutunduğum kara parçaları da benimle sürükleniyordu, korkmuyordum ama gücüm yoktu, yorgundum...anlamlarıma sahip çıkma isteği her şeyin üzerindeydi artık...


gitmek istiyordum neresi olduğunu bilmediğim rüzgarlarda...


bir cümle mırıldandım kendime yine ispat etmek istermişçesine dünü bugünde,

gerçekti her şey, onlar tümüyle gerçekti ve her şey biraz yoktu aslında
*
yüzünün solgunluğunda kafasını kaldırdığı defterden karşısındaki resme daldı,hikayesini düşündü fırça darbelerinin, en çok da renklerin sesini merak etti, müziğini/

7/12/2009

MOR KÜLHANİ


1. Şiirimiz karadır abiler

Kendi kendine çalan bir davul zurna
Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan
Taşınır mal helalarında kara kamunun
Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir

Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler

2. Şiirimiz her işi yapar abiler

Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur
Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür
Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta
Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir

Dirim kısa ölüm uzundur cehennemde herhal abiler

3. Şiirimiz gül kurutur abiler

Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın
Taşınmaz kum taşır manavlarla Karabiga'ya kaçan
Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu
Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir

Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler.

4. Şiirimiz erkek emzirir abiler

İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister
Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun
Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla
Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir.

Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler

5. Şiirimiz mor külhanidir abiler

Topağacından apartmanlarda odası bulunamaz
Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde
Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle
Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir.

Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler

6. Şiirimiz kentten içeridir abiler

Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
Bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıyla

Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?
''ece ayhan''
sen çok yaşa

Huysuz değilim!

BİR KAHVE İÇİMİ
Ece Ayhan
İkinci Yeni’nin sivri dilli şairi Ece Ayhan, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi’nde, çektiği onca acıya rağmen kalemi elinden bırakmıyor. Kendisi için yapılan "huysuz şair" yakıştırmasını kabul etmeyen Ece Ayhan, bizde hakkını savunana huysuz dendiği görüşünde.
  • Canınız bunca yanarken şiiri düşünebiliyor musunuz?
    Bakın bir örnek vereyim. Vaktiyle ya herru ya merru diyerek Zürih’ten Türkiye’ye döndükten sonra menenjit oldum. Bir arkadaşla Boğaziçi Köprüsü’nde gidiyoruz. Sultantepe’de balkonda otururken şiir ekseninde düşünürdüm, karşıya geçen motorlardaki balonculardan para alıyorlar mı diye. Tam köprüden geçiyoruz bir yandan kusuyorum menenjit yüzünden, bir yandan da baloncuları soruyorum arkadaşa. Yani dün ve bugün, hastalıkta ve sağlıkta hep şiir düşündüm ben.

  • En son ne zaman şiir yazdınız?
    Bu sabah...

  • Okuyabilir misiniz?
    Hayır... Daha çok müsvedde.

  • Belki bir dize...
    Şu çekmeceyi çekin bakayım bir zahmet... Oradaki büyük kağıt... Evet o... Şöyle yazmışım: "İnsanın sınırı var mı yok mu göreceğiz/ kuyruğu titretmeden önce"

  • Onca hastalık geçirdiniz. Onlara kendi gerçekliklerinin dışında bir metafor olarak bakabildiniz mi?
    Aslında her şey bir metafor. Borges "Belki de bizim hayatımız, ormanda geceleyin avının peşinde sessizce ilerleyen bir kaplanın kafasından geçenlerdir" diyor.

  • Göğsünüze ağır bir kelebek konduğunda, bakışsız bir kedi kara geçerken sokaktan, içinizdeki çekmecelere uzansanız... Nasıldır onlar, dağınık, kırık, kitli?
    İçimde çok kırık dökük çekmece var. Epey kırıldım.

  • Yalnızlık?
    Yalnızlık çekmem, canım hiç sıkılmaz benim. Biraz sivri dilliyimdir. Şairler çok boyun eğmişler, parası pulu, imkanları olan egemenlere. Eğmemeleri gerekirdi aslında. Bazı şeyleri hiç kurcalamamışlar. Ona çok kızıyorum. Böyle böyle birçoğuyla aram giderek açıldı.

  • Biraz da "huysuz" olduğunuz söyleniyor, ne dersiniz?
    Orhan Veli’nin sevgilisi Nahit Hanım "huysuz" derdi bana. Nahit Hanım’ın arkadaşlarını Afet İnan’ı, Ahmet Adnan Saygun’u, Nurullah Ataç’ı eleştirirdim. "Sus huysuz herif" derdi Nahit Hanım. Aslında hiç öyle huysuz biri değilim. Yıllar önce Arif Damar’la oturuyoruz. "Valla ben halim selim bir adamımdır" dedim. Şöyle bir baktı: "Öyle mi?" dedi. Çünkü duydukları başka türlü şeyler. Bir de ben hakkımı savunurum. Bizde hakkını savunan huysuz oluyor.

  • Hastane odasında en çok kimlerin yokluğunu hissediyorsunuz?
    Can Yücel’le Cemal Süreya’nın.

  • Burada olsalardı?
    Valla kafayı çekerlerdi... Can kadar değil ama Cemal de son dönemde kendini içkiye vermişti. Ben de konsomasyon kadınlar gibi içer gibi yaparak katılırdım onlara...

  • Hep merak ettiğim bir şey vardır. Meçhul öğrenci devlet dersinde öldürülmeseydi bu dersten geçebilecek miydi?
    Şimdi oraya kadar gitmeyelim. Birinci elden siyasal bir şey bu.

  • Peki deprem felaketinin ardından, devlet için ne söyleyeceksiniz? Devlet, devlet dersinden geçebildi mi?
    Geçemedi aslında. Geçseydi iyi olurdu tabii...

  • Son soru: Ne zaman eli zambaklı şair olup, bize uzun heceli bir kent vereceksiniz, depreme dayanıklı?
    Bilmiyorum. Karamsarım ama bir gün mutlaka...

  • http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/990828/ece.html

    28.08.99

    7/02/2009

    22mart

    gece sessizliği çarpıyor aynalara
    son dakikalarını yaşayan gün çırpıntısında


    bulanık sular okyanusu var mendireğe çekili
    kulaç atmaya çekinen yüzgeçlerinden
    açılmış ak pak kirli mi kirli gün seçkisi
    ter damlıyor şimdi dalgaların koynuna
    kör balıkçının ağlarından
    dizleri yakan ateş kovuşunda,
    sesteşi gizli kirpik bakışlarında
    yürüyorsun boylu boyunca
    gecenin omzunda
    katran karası varil sıcağından

    biri ak biri siyah
    biri dün biri bugün
    biri gece biri gündüz
    dünler bulvarı hatırlayışın bu gölgesi
    kendini ele veriyor ilk günkü gibi
    üşüntülerin buğulu nefesi

    korkuyor sol yanındaki kuzguni mevsim
    kendini dolaştırdığın sabahların koynunda,
    kent yalnız bir başınayken
    sen ağır aksak şiir akşamlarında
    yüzünün sarı gölgesi
    kanat çırpmaya yelteniyor

    omzundan havalanan şiir atlasına

    6/24/2009

    adsız

    su tepelerinin küçük elli cüceleri
    minik gövdeli sabahların

    uslanmaz hikayeleri,

    sözüm ona şiir mısraları bu ya
    baktığın denizlerin mavisi
    yürüğüm yolların sarısı,
    sözüm ona şiir ya
    bu eller peki şair mi,

    kolay mı karşıya geçtiğin yolda
    tekrardan ardını bulmak

    sabahları sırtlamak kolay mı!
    omuzlarından bıraktığın

    40 katır hamallığı

    sevgi bazen sessizdir, senin anlayamayacağındır karşındakinin yapabildiğidir ama.
    yıkıcı olmak hep en kolayıdır, ama esas zoru var etmektir , karşındakini suçlamadan yol alabiliyorsan bu hayatta ve evet şanslısın insan olmak adına.
    kendi içindeki ihtişamına kapılmıyorsan umursamıyorsun kraliçeliğini en güzel doğru yoldasın daima.
    ve evet sevgi çoğunlukla sessizdir, anlayamasanda, yapabildiğidir insanın
    snm/e

    6/15/2009

    yürümek güzel

    yürümek güzel kendini unuttuğun sokaklarda
    aldırmadan sıcağa
    dinlemeyerek adımların sancısını,
    2 liraya hayat satan ellerin terinde
    yokuş aşağı inmek arnavut kaldırımları bir çırpıda
    bilmediğin pencerelerin ardından atlamak
    ve koşmak bilinmezliğin gebe gözlerine
    fırlatmak öncesini
    bir öncesini
    ve hep öncesini
    hafiflemek sonra kapalı göz tenhalıklarında,
    kuru kalabalık sesler yontulurken
    susmak derin derin

    yürümek güzel kendinle
    kendini unutabildiğin sık gölgeliklerde
    kirpiklerini söküp gözyaşından
    duymayarak ta parmakların yankısını
    ve köşede kaybolan gölgenin ebruliğinde
    şaşkın tüten bakışlarını,
    unutmak güzel işte
    güzel unutmak
    tanıdık sana sarılmak gibi
    unutmak sonra işte yabancı seni

    ve yürümek güzel işte,bilmedik mevsimlerde seni

    yürümek güzel
    şehrin akşama çalan renginde
    güzel yürümek
    martılar konuşlanırken galata köprüsü üstünde,
    beklediğin iskele yamacında
    dalgalanıyorken şimdi karşı ezan sesi
    yürümek güzel gözlerini diktiğin deniz sarhoşluğunda

    yürümek güzel mırıldandığın bir kaç dizede
    ve anımsamak sonra ama şiiri
    çatlağın sızan akdeniz mavisinde

    sonra yalpalamak rüzgarın sarı sevincinde

    yürümek güzel
    dinleyerek usulca dalgaların kıyısını
    bankalar caddesinin ıssız yalnızlığını
    sarayburnu uzanmışken yine nazlı gövdesine
    yürümek güzel
    adım adım kenti gözlerinle

    göğe çekili ay renginde

    6/03/2009

    masa ve sandalye

    okunmadık suların taraçaları
    kök salıyor özlemin boynuna
    fakir bakışlarının gölgesi
    iki kişilik düşleyiş kalabalığı

    bir adam ile bir kadın yürüyor
    adımları geçmiş zaman masalları
    film icabı kenetli elleri

    bir adam oturuyor masaya
    bir kadın açıyor saçları yaka paça
    masa uyanıyor harekete ardı sıra
    sandalyeler diziliyor deviniminde
    bir bulut maviliyor gonca gül
    bir diken peydahlanıyor renginde
    uzun bir boyun kıvrılıyor saklambaçlı
    dikili püsküllerin kelimeleri
    bakmalarında neşeleniyor çocuklar gibi

    bir sandalye savruluyor adamdan bacakları cılız
    bir sandalye savruluyor kadından bacakları tıknaz
    parçalanıyor masanın gövdeleri suları boyunca
    üç boğumlu şiir güncesi
    masa ve sandalye gölgesi

    oturuyor adam sandalyeye
    oturuyor kadın sandalyeye
    ortada bir yeniyetme terli vazo
    dirsek yamaçlarına konuşuyor ikili,

    dinliyor masa tek kişilik.

    5/31/2009

    anka

    kanatları kiremit rengi
    anka kuşu bu son rüzgarında

    her şeyin hiçbir şeyinde
    kime ne desen biçare
    kendi gemisinin dümeni
    çoğu kaptansız biçare

    gözünü kısıp baktığın
    elinin ufuk çizgisinde
    atlıyor şaha kalkmış sular,
    gökyüzü dehlizinden
    gözyaşı denizine

    korkmazsın sen
    hiç korkmadın damlalardan
    biliyorsun çünkü
    tüm karanlıkların sonu yinede aydınlıklar,
    geçeceksin tüm kuytulukları
    dikenli tel örgülerin kalbini acıtan renginde
    sevmekten korkmayacaksın nede olsa
    sevilmeden önce yine

    başını çevirmiş yaslı ağaç gölgesi
    bilmeden bakıyor küskün dallarına
    ne çok kelime sarf edildi
    tonlarca doldu kalabalık, yapraklarında

    her şeye yakın hiçbir şeyde
    şimdi mayıs rüzgarları son deminde
    hiç kimse farkında değil
    çorak topraklarının renginde

    5/19/2009

    laf-u güzaf


    yalnızlık kaç çeşittir?
    tüm çeşitlerini bilirim:
    seni eklesem bana
    dolmaz ki yarım daima

    unutulmuşlar çarşısı yok mu bu koca şehirde
    bıraksam şu beni köhne bir köşede
    meteliğe kurşun atarken dirseklerim paramparça şiirlerde
    derinlikler bulanmasa sığlık geçitleriyle/
    gemisini kurtaran kaptan olsam,ama kağıt bir yelkenlide
    suya inince erimese,ağlamasam hani çocuk halimde!
    ve kurşun kalemle çizsem dalgaları sonra
    silinmese hep sevinsem daima,
    o bana bakar gibi bakmasa
    bu dinler gibi dinlemese
    ama şu anlasa
    gerisi laf-u güzaf olsa,

    yalnızlığın çok çeşidi var
    tekini ezbere bilirim.
    konuşmadan kelimelerin
    duyulmaz işte hiç sesin

    şiir niyetine değil bu harf dizimi
    orucu bozulmuş bir kere kelimelerin

    5/16/2009

    dün ve bugün

    dün ve bugün var hayatta
    unutmaya yakın uzaklıkta

    'hani' diye anlatılan masalların
    siyahi dirseklerinde gün
    aralık kirpik zamanları şimdisinde
    son sefer yine şairler meclisinde

    dumanı tüten şiir geçmişinin
    açıyorken mayıs çiçekleri
    şimdi anlatıyor yaz akşamları
    son şiirin yaslı ellerini

    mırıldanıyor ağır aksak gitar telleri,
    uzak bakışların soğuk yanılsamalarında
    dökülürken hüznün sarı mum rengi
    mevsimlerin tadı mı kaçkın
    yoksa düşler mi hep serseri

    bir insan neden ağlar sahi
    bugünün içinde açan dünde
    köklerini söktüğü, toprak üstünde...

    5/13/2009

    yolculuk

    kendime uzak kıyılarım var
    bilmediğim keşfedilmemiş çoraklıkta,
    nasırlı adımlarınla basıyorsun ya
    çocukluğum korkuyor,
    sende bir başınalık mevsimleri
    oysa suskundu kalbimin yeni dinen kasırga seli,
    şimdi bir şeyler var duruşunda karşı konulmaz,
    akıyor cenderenin ağzından gövdenin sesi

    yuvalanıyor yeni yetme fotoğraflar
    aynı şarkının aynı sabahında
    işte bu yüzden sessizlik!

    içimdeki ormandan devrilirken bir ağaç gölgesi

    bilmiyorsun
    bilme
    baharda sürgün veren
    kendime göç insan siluetimi

    4/26/2009

    martılar gördüm sabah

    martılar gördüm sabah
    kanatlarında uçuşan tüller,

    beyaz bulutlara dolalı kaldırımlarda
    yürüyen çocuk parmaklı serçeler,
    köpük köpük kıyılarından
    taşan sakar şarkılar,
    şaha kalkmış tepelerinde
    tül gibi örülü mevsim güncesi
    ılık bir okşayışta tenin gölgesini,
    gördüm en erken gövdesi dolu vapurlar
    urgancının kirli ellerinde
    kayan yağlı bir sabah

    ve kalabalıkları parçalayan kulaçlar

    düşünce

    derin uçurumlar açılmış
    adı düşünce
    duygudan sonra gelirdi
    şimdi ilk hece/
    yaşanmışlık diyor bazısı
    bazısı süpürgesiz cadı/
    bir adım atarken
    diğeri nedense hep geri

    gökte ay var rengi renginde
    geç gelsede bahar haşmetinde
    açtı ya hani tomurcuk dalın biçeminde/
    güneşe sırtını dönmek neden
    zamansız olsada bugününde/
    geç aydınlansada gündüzün
    çıktın farzet savaşın eskisinden
    giyineceksin nede olsa yeni ellerınden

    en çok yine '...' yaralayacak olsa da
    unutma
    kalbin hep sensin daima

    4/21/2009

    masal ormanı

    karanlık açmıştı ellerinde gün ışığına benzer zamanın, ışıltılar serpilmişti kalabalık gövdeler ardı,uzaklar çekilmişti yakına,küçük bir gülüş vardı ardında:
    -yalnız değilim yakınımdasın dedi, korkma! dedi

    yürüyordu ardına takılı çınar gölgesinin renginde,konuşmuyordu bağırıyordu artık, baktığı yerde takılı kalıyordu engin denizler sanki dalganın içinden kopup gelen köpüklerin sevincinde, tek kerelik kirpiklerin tekrarı yoktu:
    -çekiniyor dalgalarım çakıltaşları yuvarlanıyor rengime bak dedi, korkma! dedi

    uzun dalları vardı salkım saçak gövdesinde yeşilin binbir tonu gözlerinin derininde,sığınsam sokulsam banada yer varmı kuşlar göçünde, anlatmasam anlar mı sahi köklerin derininde:
    -konuşmaya kelime bulamıyorum ülkende akıyor gözyaşlarım damlanın renginde sevince bulandı kollarım sanki yağıyor yağmur renginde, korkma! dedi

    yaşlı bir adam sırtında masallar yürüyor dedim bitmez gündüzü, canı sıkılınca takıyor göğsüne ay ışığından rengini,kapalı gözlerin ardından anlatıyor geçmiş zamanlı düşlerini,yıldız seviniyor göz kırpıyor, bak gördün mü düşler ormanında şimdi biri, heceler hep söz dizimi
    -korkma! masal değil gerçek dedi

    içses

    'özen ve önem' bu kadar mı uzak kıyı gercekten insan ruhunda. 'deger' gercekten kaybedilince mi anlasılıyor. peki önemsediklerime ilk gunku özenle davranmam suç mu! aynılık ve nasılsalarla doluyken 'benlikler' hala anlamadıkları neden hep ellerımın ucunda. susmalı yine ıyısı mı. susmalı. cunku samimi olan her sey uzaklasıyor bu anlarda. susmalı ve ıncınmemelı .oncesı nasılsa sonrasıda aynı nasılsa. kabullenmelı

    4/16/2009

    yağmur mevsimi




    cama vuruyor
    biri ak, biri kara üşüntüler
    ne yapıyordur hayat bu anlarda
    ansızın yakalandığı bu yağmurlarda

    titriyorken sarı ışığın dumanı
    bir araba geçti az önce kederli ve erken
    ince topuklarında hanımeli
    sarmaşıyor miladına oysa,

    dinlemezken şairin şiiri
    bitmez bu kalemkeş gece
    gözlerinde açan ilk tomurcuk
    şimdi hüzünlü bekleyişlerde

    dinlesen ne olur
    gözleri kapalı baharın sabahını
    sen daha gerçek ne derken
    döngüsünde bak yine hece

    ıslandı mı ayakların
    kirpiklerinden önce yine
    öylesine yağmurlar bu
    boşuna anlam yükleme

    gece



    bazen susayım diyorum
    derin derin,
    üşütürken suskunluk tahta bir köprünün üstünde
    çözülsün asma kilitleri okyanusun
    kana kana kanasın
    adımlara dolan yengeç vuruşları,
    geç değilken henüz atlamak yüzgeçlerinden
    oysa daha erken!
    tutunmak nisana

    döneyim diyorum bazen de
    çöl arası vakitlere salayım
    peçesini kaldırmış kum fırtınasını
    iki kelime arasına atayım
    çarçabuk terli ellerini
    parlasın kıvılcımın ateşi
    bedevilerin sürmeli sözlerinde

    bazen durayım diyorum
    katran karası karanlıklarda
    film kahramanları gibi
    yenilmez yıkılmaz dövüşlerin
    perdesi aralık sokak yürüyüşlerinde
    bilmediğin dillerin kelimelerinden kaçarken
    sandığın gerçeklerle karşılaşmadan hani

    bazen ıslanmak diyorum
    nisan yangınlarından korkmadan
    lastik çizmelerin sarılığından
    dallarımı uzatıp gökyüzüne
    sonra
    maviyi toplamak işte yeryüzüne

    bazen alıp başımı gideyim diyorum
    neresi olursa fark etmez ama
    bir parça ışık olsun coğrafyasında
    bir parça gözyaşı işte kirpiklerin ardında

    bazen de
    bazen tek bir cümle etmeden
    kıvrılayım diyorum omuzlarımdan
    sessizliğin dizlerine
    üstümü örtsün gece

    4/14/2009

    sanırım

    pvc doğramalardan
    denize inen yeni şehir haltlarından
    kaldırımın orta yerinde duranlardan
    kötü niyetten
    bitmez yürüyüşlerden
    yasaklardan
    geç gelen yarım çaydan
    saygısızlıktan
    sürekli kendini anlatanlardan
    ters esen rüzgardan
    ayağımı acıtan çizmeden
    sol omzumun gereksiz şikayetlerinden
    krizin her türlüsünden
    anlayamadıklarımdan ve anlayamayacaklarımın teminatı zamanı oluşturan an/lardan
    kendileri dışındakileri gerçekte önemsemeyenlerden
    çanlar kimin için çalıyorlardan
    soğuk gelen çorbadan
    istiklal caddesi taşlarından
    arayıpta bulamadığım cd kapağımdan
    başlayıpta yine,yine bitiremediğim kitabımdan
    yazı yazmaktan
    devrik cümlelerden
    sıkıldım ziyadesiyle
    blog
    sanırım.

    4/12/2009

    harita

    sen hiç bulutları aradın mı
    ellerinde
    ardındakilere buladın mı

    yıldızların düşünü

    4/09/2009

    sanki dün

    bugün eski bir gün
    bakkalın dalgın gözlerinde,
    şehrin kemikleri ısınıyor bahar yangınında
    oysa suları yarıyor sanki musa
    erik ağaçlarının çeperinde,
    duymuyor musun!
    hadi dinle
    hecelerde

    bugün eski bir gün
    sulukulenin girilmez geçitlerinde,
    çengiler volta atıyor
    bir meteliğe darbuka sesinde
    nasırlı bilekleriyle

    bugün eski bir gün
    çınarların omzundan inerken şehre
    karşılaştın falcı kadının iç boğan sesinde,
    koştun farzet
    belkide kaçtın
    kalabalık bulvarlar değil mi
    bu karşılayan suretini
    ne çok gölge
    ne çok kelime
    oysa
    ne çok kalabalık
    ne çok kabarık

    üstü kalsın
    bugün eski bir gün
    gökte dolunay rengi
    ve venüs durgun
    sanki erken
    sanki dün
    bugün artık bir gün
    kafiyesiz bir bugün :

    4/07/2009

    lorca/nın çığlığı



    lorca/nın çığlığı mı bu! kor karanlıkları yırtan
    kirpiklerini örtünmüş yıldız dehlizlerinde

    karanlık kanat çırpıyor rengine,
    kavga ediyor bir baba, küflü ağların çeperinde
    elleri sarı kül, dökülüyor parça parça sesin
    uğultular bilenirken baykuş gözünde
    adım izleri var karaağaç gövdesinde

    küskün gövdesinden uzanıyor ormana
    ayakları balçık karaağaç sökümü
    yalnız çocukluğuna eşlikçi yapraklarında
    lorca nın çığlığı bu!

    mavilikleri şahlandıran
    dizginlenemeyen aydınlık izlerinde

    4/05/2009

    yaban/cı

    bir anda uzaksın herşeye
    tanımadık bir yabancı gibi
    sancıyorken omzun sol neşter çarpıntısı
    geçti işte bugünde dün gibi

    uzaklaşıyor yakınlığın arası
    kendine yabancı an'larda
    bakıyorsun durgun bitevi
    yamaçların sarkıtlarından
    devleşen en yukarılara

    koşsan biçare akşamların
    sorgusuz sorgulamalarından
    bit çift bakış var mı
    sıcak ve samimi yamaçlarda

    gittiğin yere götürdüğün senle
    tanışmaktan sıkılmadın mı her nedense
    her el sıkışmanla kendinle
    karşılıyorsun aynı gün doğumlarını
    aynı renginde,

    devrik bakışları taşımaktan yorulmuşken
    anlamsızlığın kol gezdiği meydanlarda başı boşken
    karşılıyorsun ya hep iyimserliği
    ne desen boş
    ne anlatsan daha boş


    yaban kelimelerin, bir çift yabancı el sesi
    uzaklaşıyor yakınlığın tanıdık sıcaklığından

    4/03/2009

    bahar mı bu

    bahar mı bu, dallara asılı olan
    gün yüzlü tomurcuklardan,
    salkım saçak sokaklarında

    saçların nar kokulu akdeniz rengi

    bahar mı bu, maviye dolalı olan
    kolları açık güneş beyazında
    cenovanın tedirgin bekleyişi
    ve özgürlüğün hüviyeti

    bahar mı bu, geceye asılı yıldızların
    ay doğmadan parlayan neşesi

    bahar mı bu,bezeli ağaçlarda
    çağlanın buruk tadında
    aldanışın açan çiçekleri

    ah! doğa
    kanıyorsun ya! hemen dallarına
    yüzüne vuran bir parça güneş sarısına
    ve kollarına konan deniz mavisine,
    kanma demesemde
    unutma yağmurların rengini
    yanılmaya gönüllü olsanda
    aldanma bu yalancı bahara,
    görünen değil görünemeyende gerçekliğin
    dallarında değil toprağa kök salan damarlarında düşlerin
    yıkmadan, var etmekte hüviyetin
    azaltmadan çoğaltmada işte maharetin
    sanılanda değil de sanamadığında hep rengin

    bahar mı bu,sokakları yalınayak dolaşan
    'dalgacı mahmut ' gibi gökyüzünü boyayan

    3/31/2009

    uçurtma

    anlatılıyor/mış lı düşler diyarı
    dinliyor/mış lı gelecek zamanı

    durdu kağıt uçurtma
    küskün göğün saklı renginde,
    dalgalanmıyor tırnakları haylaz çocukluğu
    dizleri yamalı gün seçkisinde

    konuşuyor herkes kelamın dilinde
    oysa konuşmaya hasret kelimelerde
    mavi ne kadar maviyse
    ha bir kelime fazla
    ha eksik bir kelime,
    anlaşılamadıktan sonra
    biçare anlatmak kendini niye,

    dinlemiyorken daha sabahı
    yüzüne vuran martı renginde,
    bir kadehe dolmuyorken akşamların gün eşrengi
    şarabın suçu mu bu kendi rengi!

    kendini unuttuğun yokuşlarda
    bitmeyen hesaplaşmalarda
    konuşuyor sokaklar çok sesli
    umulmadık balkonlardan

    adımların ardına

    gözlerini kısıp baktığın bulut beyazında
    alı al,moru mor denizler, hep erguvanlarda
    yaramaz yunusların sevinci sanki
    bu senin gözlerinin hep bir tutamlık neşesi

    unuttuğunu sanmadın hiç
    unutulmadıkların kıyısında
    anlatamıyorsun bak hala
    yangının isli dumanını
    ona/buna/şuna/


    kendi pencerelerini açmış insan gölgesi
    durduğu yerden bakıyor,
    yok mu adım atmaya karşı balkonun kıyılarına
    nemrutun gün görmemiş ayazından hala,

    eğilsen dizlerinin önü bir adımlık surlar
    korkmamışken akşamın karanlığından
    bu seninki kifayetsiz kelimeleri yine şiirin
    anlayamadıklarının hediyesi işte bir gün
    neresinden yazsan
    başı bir
    sonu bir

    yoruldu kırık uçlu uçurtma

    mış lı masallar diyarında

    3/29/2009

    ceviz masa













    hani uzaklar açılmıştı

    bulutlar mavide kaybolmuş, güneş kollarını sarmıştı kendine,tek göz bir yontuda balıkçı ağları salınıyordu korkusuzca köpüklerin ardında, aralarda boşluklar oluşturuyordu zaman, adım adım dalgalanıyordu sanki günün yüzüne vuran demi, buğulu geçitlerde köprü altları saklanıyordu utangaç/korkar, şarabın kırmızılığı bulaşıyordu en çok adımlara ve galata köprüsünün ışıklarını seviyordum hep yanında
    sonra haliçin o dinginliğinde huzur buluyordum cam ardı, parmaklarınla sıkıca kavradığın sigaranın canı acımıyordu belki ama son sürat gittiğin akşamlarda ardın vardı beni hep inciten, kentin ışıklarına karışıyordu arabanın hızı çoğu anlarda
    belki de sen
    bilemiyordum aklından geçenleri ,neler düşündüğünü bu anlarda ama,
    korkuyordum konuşamadan sana
    neden mi korkardı insan
    korkuyu keşfetmemiş çocuklar değildik artık, sanırım ondan
    yüklerimiz vardı sırtımızda seninki sana ağır benimki bana çok fazla...cüretkar, meydan okuyan tavırlarımız vardı biraz küstah, bu hayata,yürüdüğümüz yol bilmediğimiz bu ortaklık adınaymış o karşılaşmamızda, o akşam ne dedin bana, ben ne dedim sana ,unutmadım hepsi aklımda
    ne söylemeliyim ki şimdi
    ansızın karşılaşmıştık ya hani hesapsız zamansızlığımızda
    affet!
    sitemkar olmalı mıydık bu an’a ya da o an’a ama, bilmediğim için işte hep gülümser sana bırakıyorum bu an’ı ya da o an’ı çocukluğumla
    hiç bilmediklerin olmadı mı diye sana sormak istedim aslında ama soramadım beni durduran duvarlarında o korumacı gölgende,hep mağrur hep başı dumanlı dağlar gibisin ay gölgesinde ,
    ve işte çoğaldı tomurcuklar sürgün verdi bu sessiz gölgende, yeşerdi en imkansız sanılan gerçekler bugünde


    usulca zarfı kapattı kadın/ceviz masanın sarı ışığında çıktığı yolculukta/tuhaftı ama korkmuyordu bu defa/özgürlüğü hissetmeyeli yıllar geçmişti gözlerinin çeperlerinde/ gülümsedi kendine/usulca kalktığı masasından /ay gölgesi vuruyorken penceresine

    3/01/2009

    sessizlik




    her kendine küstüğünde insan
    göç ediyor kıyıları kurak çöllere,
    başı dumanlı dağlardan
    yankılanıyor çocuk geçmişin,
    uzaklar kürek çekiyor kendine
    yakınlaşıyor sanki kalbin sancıları

    her kendine küstüğünde insa
    sırtlandığı yıldızları bırakıyor ellerinden
    gece açılıyor ürkek bakışlarında
    yorgun ressamın avuçlarında

    tanelerle dolu renklere,

    her kendine küstüğünde ins
    sevilmedik sokakların şarkısını çalıyor mızıka
    iki telli bağlamanın kör oturuşunda
    bir çocuk paslı ellerin hep yamacında

    her kendine küstüğünde in
    nasırlı ellerin çatlakları açılıyor
    korkuyor, konuşmaya gündüz yankısı
    karışıyor, gece ruhlu kanat yankısı


    her kendine küstüğünde i
    anlatamadıkların kıyısında eksiliyor suretin

    bir damla çoğalıyor
    içinde açıyor kuzguni mevsimler

    ve her kendine küstüğünde

    çoğalıyor sessizliğin sesi

    2/26/2009

    martı göçü

    martılar neden yakışır gökyüzüne
    bilmediğimiz renkler mi saklı düşlerinde
    kollarını açmış sarı iskele yorulmuyor mu
    sabahları şehrin güvertesinde,
    kanat çırpsam köpürse kirpiklerim
    bu şehrin göğüne sevdalı martı göçünde,
    neyse ki aydınlık saklı gelecek zamanlı düşeşlerde...

    2/21/2009

    ay gölgesi

    kırık kanatlarında gece
    ve
    diz çökmüş gölgeler :

    ay rengi vuruyor
    sanrıların geçmiş izlerine,
    karanlık aydınlatıyor saçların bir tutam loş halini
    upuzun uçurumlar açılıyor iki yakalı
    kalabalıklar ve kalabalıklar dizili
    iki köprülü eller yamacında,
    bir kadın utanır hallerde
    bir adam çekingen mevsimlerde,
    kıyıya vurmadan çekilen dalganın kokusu
    şarabın mavili renginde,

    yakın sandığın uzakların aksında
    uzak sandığın yakınlığın yakısında
    korkmasa gözlerin
    geçer bu kırıklık boydan boya
    korkmasa ağzının sol köşesi
    açacak yakanın sol yankısı
    ah birde sözlere karışsa buseler
    sürgün verecek bu düşler bulvarı

    yürüyorsun mağrur dağların doruklarında
    oysa içinde açan kardelenlerin coşkusunda

    2/17/2009

    ...

    şaka ya! hani bugünün yaşamı,
    sen ki yaşanmış dünlerin onur ağacı,
    kök saldığın topraklara küsmüşsün
    tek göz bir kutuda
    usulca yalnızlık biçmişsin
    şimdi
    omuzlara dolan denizler sen
    yıldızlar var hemen başında
    avuçların dinmeyen yankılarında
    göz kırpar bulutların kanatları
    bak işte yine bir sen,
    tek parça ay ışığında
    selam duran bir çift muhabbet kuş gölgesi
    fener olmuş tüm sessizliklere birer ikişer
    kalabalıkların resmi geçit törenleri

    özlemez mi insan sol bilek çarpıntısını
    özlemez mi yürüdüğü tozlu sahne sancılarını
    sahi özlemez mi tahsin amca!

    2/15/2009

    /bazen/

    bazen kendine ait olmuyor insan
    uzak salıncaklarında sallanıyor
    tenha kuytuluklar dolaşıyor gölgesinde
    pusu kuruyor tepeleri
    gün görmemiş kıyıların
    kalp atışlarına

    bazen kendine dolmuyor insan
    akıyor damarlarında nil gezintileri
    düşlerinde açan seraplar
    biriktiriyor çöl rüzgarlarının
    yelkovana dolalı tanelerini

    bazen kendinde durmuyor insan
    sersemliyor gövdesinin duruşunda
    bükülüyorken hayatın bin bir türlü kabaresi
    tek bir darbede yere seriyor koca gövdesini
    sol yanında açılmış insafsız bir kovuk
    o kovuktan dışarı taşan
    tek bir damla rengi,
    insansa
    insanı bu dünyada kahreden
    kızıllığın sesi

    bazen kendini istese de bulamıyor insan
    canlıyım-ölüyüm
    canlısın-ölüsün
    canlı-ölü
    bir tuhaf insan=fiil çekimli

    2/08/2009

    tekrar


    sevgide güneş gibi ol,
    dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
    hataları örtmede gece gibi ol,
    tevazuda toprak gibi ol,
    öfkede ölü gibi ol,
    her ne olursan ol,
    ya olduğun gibi ,
    ya göründüğün gibi ol.

    2/07/2009

    an/lar

    -kollarını açmış gecenin kanatlarında yürürken atlamaya korkar oldu uçurtma parmakuçların yamaçlarından, saçların ucunda ıslanmış günün yakamoz kokusuna bulanmıştı ay ışığı, pamuk tarlaları vardı başak renginde, güneşin yere düşen şavkında ıslanıyor gibiydi iki damla...

    yürür gibi anlarda durup ardımıza bakıyorduk gölgelerimizin tenhalığında yüzümüzü saran sarı mum ışığıyla...
    karşı kıyılar vardı,
    uzaklar,
    kürek çeken yakınlar bu zamana...
    oysa ,oysa kaybolduğumuz kalabalıkların karanlık geçitlerinde karşılıyorduk bir diğerimizi,gürültü,keşmekeş,zihnimizi bulandıran sessizlik yakamozlarında,
    ve bir açılımlı pırıltı vardı ellerimizde,açıldığındaysa hep solan ve küskünlükleri beyaz bayraklarla sarmalayan...
    tersten okunuyordu kitap sayfaları ve şehir aynı değildi aydınlık köşelerinde, canı sıkkın gibiydi köşedeki bakkalın kaldırım üstü karşılamaları, çatılardan akıyordu bir şeyler dizlerimizin üzerindeki eteklerimize, oradan hooop koşar adım gittiğimiz deniz dolusu maviliklere, boşaltıyorduk gözpınarlarımızdaki kirpikleri tonlarca yüküyle bulutların gönderine...sonra hatırladığımızda en çok incindiğimiz anları takas ediyor, buluyorduk şarabın ebruli rengine, birde gözyaşları vardı kadehin kıyılarında dolaşırken korkmadan cesurca atladığımız...kapıyı ilk açtığımda karşılaştığım ben ile yeniden tanışmanın sevinci hep üzerimdeyken korkuyor ve kaçıyordu sen yangına bulalı ayakların ateşiyle,özleme sevdalı düşler bulvarında ortaçağdan kalma çan sesleri doluydu dört yan, meydanlar vardı sonra her bir köşesinde dumanlar tüten ,en çok korktuğum bu anlardan korkmazlığında büyürdü bir sen gölgesi dev gibi olur sığınırdı suretim ve ben, yalnız ikimiz. kendimi alıp biçare dolaştığım sabahların birinde denk gelmiştim üşümüş yüzünün sol köşesiyle,bir şeyler vardı ipince sızan ve içimi acıtan,ellesem bana bulaşacak karaparçalarının yüküne hazır değilken okyanus dolusu dalgalarını bırakmıştın küçük köşelerime,dizlerimin üzerine çöreklenen güçsüzlüğümde çakıltaşları yuvarlanıyordu artık kalbimin hudutları içinde, çiziyordu yağmurların erken açılan damlaları sokağın rengini ve sızlıyordu park kaçkını bir gececinin omuzları üstündeki gövdesi,
    sonra gözler vardı birde mavinin tonundan renk çalan sadakatin gündoğumlarında hatırladığım, en çok dürüstlüğün yakıştığı anlarda kulağın ardındaki fısıltılar dökülürdü küçük harflerin doruklarından buralara, dalgalar daha coşmadan oltanın ucunda vururdu sahile düşler tek göz bir kutuda,
    birde gündüzler vardı henüz aydınlanırken topladığım manolya ağacı dallarında-
    dedi kadın ,baktı adam.

    2/01/2009

    uyan



    uyan uykundan
    çok uyursan her şey geçer yaşanmadan
    uyan güzel uykundan
    ne kadar tatlı da olsa
    hayat uykuyla geçmez

    yaşanacak o kadar çok şey
    anlatacak, anlayacak çok hikaye var aklımda

    ama sen uyursan kime anlatırım
    sen gözlerin kapalı kalırsan kime
    çok uyursan, gözlerin mahmur kalır
    güneş ısıtmaz kirpiklerini

    uyan uykundan güzel kız
    içi güzel yüzü güzel
    canı çok şeker

    belki çocukluktan kalan
    küçücük bir hikayenin
    ardından gitmek içindir uykular

    belki yaşanmamış ,yaşanacak
    onca hayal peşinden
    koşmak içindir bütün masallar.

    j.barbur










    r.oxigen şu an itibari ile süper çalıyor...
    jehan barbur,ansızın gelip buldun ne iyi yaptın...

    kitap okumalı...
    sabahları boğaz trafiğine paydos,yaşasın denizler...
    kıyı köşe dip temizliği bitti bitecek,herşey ait olduğu yere artık...
    sokaklar özgürlüğün en direk adresi...
    g.hanım süper insan,tanımaktan çok memnun olduğum şahane insan,teşekkürler, bilmesenizde,görmesenizde varlığınız için varlığınıza...
    boncuk muhteşem yaratık...

    cansever dizgesi

    ne doğru ki ne yanlış
    ne hayal ne gerçek
    soluduğun havanın yakamoz kokusuna bulalı
    kızıl ay gölgesi düşlerde,
    sandıklarının aksını parçalıyor
    elleri bağlı dün’ün yamaçları,
    bir karga uçuyor kanatlarında yangınlar
    serpiliyor dört yanı mamur tepeler
    anlayamadıklarının köprüsü seriliyken yere,
    soluyor yapraklar
    riya dolu hayatın kefelerinde
    kefe kendini kandırıyor hep her nedense,
    mısraların efendisi şiir dizini
    ne doğru ne gerçek bu yeryüzünde
    anlatabilir misin bilinmedik diller ülkesinde
    dünya!
    hani denizlerin var mavinin tonunda
    tepelerin ardı sıra kahverengi yamaçlarında
    sarı başaklar gülümser yakın kıyılarda
    birde uzakların var insan yükünde
    iç acıtan riya rüzgarlarında,
    hiç mi sakınmaz insan
    kapıldığı fırtınaların, söktüğü köklerin topraklarından
    hiç mi korkmaz o toprakların acıyan canından,
    köklerin kanayan damarlarından,
    sahi!
    çekinmez mi buzlu doruklarından,
    dalga dalga olmuş kırağı gözyaşlarından,
    hiç mi anlamın anlamı yok
    nasırlı kalplerin çorak topraklarında
    artalan zaman çanlarının
    yanlış sesinde duyulan
    arsızlık çığlıklarında

    hani elleri bağlı gün kıyısında
    anlayamadıkların köprüsü seriliyken gökyüzüne
    adım atmaya korkmaz dimi artık insan
    karanlıklarla dolu bulutların beyazına
    beyaz yol gösterir dimi altıok
    aydınlığa açılan tünelin ucuna

    sahi günah değil mi
    dağılan kolyenin uçlarında
    serpilmiş incileri usulca saklamamak

    sahi
    ne düştü ki ne gerçek
    ne görünen ki nede görülemeyen
    hayat bu ya!
    bir cansever dizgesi
    'hey gidi duyumuna yandığımın dünyası.......' dizili...

    .] © 2008. Template by Dicas Blogger.

    TOPO